Hep, her zaman, daima..

164 17 91
                                    

"Bir şekilde yürütüyoruz, endişelenmeyin. O da iyi. Evet anne, biliyorum. Babam nasıl? Hala mı? Ah, tamam. Hayır bilmiyor. Söylemedim. Ama buna ihtiyacı var, size..." Titremeye başlayan dizlerimle kapı eşiğinde durmaya devam ediyorum. Ablam da derin iç çekişlerine.

"Pekala, söylemeyeceğim. Kaç kere söz vermem gerekiyor?" Beni görmemeli. Üzülür. Üzülsün, ben üzülmüyor muyum?

İç sesimle kavga ediyorken yere çakılı ayaklarımı oynatmak benim için güçtü. Tabir yerindeyse kalakalmıştım.

"Junhui..." Ablamın titreyen sesine karşın kafamı kaldırdım. Karmakarışıktım. Suratım nasıl görünüyordu? Üzgün, kırık, öfkeli... Boş?

"Başından beri konuşuyordunuz değil mi?" Üzgün suratı neden beni kötü hissettirmek yerine öfkelendiriyor? Beni kandırdığı için mi? Çocukluk mu yapıyorum yoksa? Junhui, ne hissediyorsun? Hissediyor musun?

Bir şeyler söylemesine ihtiyacım var. Gerçek bir şeyler söylemesine. "Konuşsana abla." Hareket yetim beni bulduğundan ona doğru yürüyorum. Üzerimde bir ton yük var sanki. Aklımda olan hızlı bir duştan sonra onunla vakit geçirmekti. Eskiden olduğu gibi abla kardeş günlerimizden birini yaşayacaktık. Ben Junhui olacaktım, Jun değil.

"Seni seviyorlar Junhui, gerçekten—"

"En başından beri... konuşuyordunuz." İnanılması çok güç bir şeymiş gibi, beynim bunu almıyordu. Onca yılımı boşluk içinde geçirmişken...

"Ne o, beni hala kabullenemediler mi yoksa? Neyi bekliyorlarmış? Ah, yoksa biricik 'erkek' evlatlarını tamamen yitirmekten mi korkuyorlar?" Yüksek sesim bile fısıltı gibi geliyor uğultulu kulaklarıma.

Wonwoo'nun öpüşü doluyor birden aklıma. Karmaşıklığı ve uğultuyu bir anda kesişi. Ona ihtiyacım var. Bu bencillik belki ama ona çok kötü ihtiyacım var.

Ablamın sözcüklerini algılamayıp evden çıkarken de aklımdaki tek şey, ona ne kadar da ihtiyacım olduğu.

***

Bencilliği iliklerime kadar hissediyorum. Bir insan ne kadar bencil olabilirse, o kadar bencilim. Kollarımı sardığım bedeni tüm sıcaklığını bana aşılıyorken, işte bunları düşünüyorum.

Hiçbir şey sormadı. Anlatmamı beklediğini biliyorum ama bunu istemiyorum. Özel hayatımı ne kadar az bilirse o kadar iyi olur. Beni ne kadar az tanırsa, o kadar iyi olur. Benim için değil, onun için.

Benim için basit biri değil ve ben de onun için basit biri değilim. Yalnızca bu. Anlayabiliyorum.

"Minghao'ya yarınki çekimleri iptal etmesini söylememi ister misin?" Telefonuna uzanan elini tutuyorum. "İstemiyorum, çalışıp kafamı dağıtmalıyım." Bunu pekala o da yapabilir ama daha fazla muhtaç görünmek istemiyorum.

"Tamam, sen nasıl istersen." Kolu eski halini alıyor ve avuç içi tekrar sırtımı buluyor. Bana sarılıyken kolları hep böyle sıcak mı hissedeceğim?

'Bazen sözcüklere ihtiyacımız olmaz' diye hatırlıyorum. Ben kitap falan da okumam, nereden kaldıysa aklımda. Ama Wonwoo'layken sözcüklere ihtiyacım olduğunu hiç düşünmedim. Sanki bizim birbirimizi anlamak için hiçbir şeye ihtiyacımız yok. Ama birbirimize dokunurken? Alev alıyor gibiyiz. Bunaltıcı bir sıcaklık değil. Ferahlatıcı olanından. O sizi buzulların ortasında sıcacık hissettirebilecek biri. Çölün ortasında buz gibi suyun içindeymiş gibi hissettirebilir.

Wonwoo benim ilacım. Hasta düşüncelerimin ve hislerimin tek devası.

"Seninle olan çekimimi ertelemek istemiyorum." diye itiraf ediyorum. Biraz daha içime konuşacak olursam patlayacağım.

AQUA VITAEWhere stories live. Discover now