Nasıl da biliyorsun Wonwoo, nasıl da!

135 17 38
                                    

"Nasıl ikna oldun bilmiyorum ama kalacağım diye tuttursaydın bileklerimi keserdim."

"Blöflerine karnım tok, keyifle izlerdim." Jisoo'ya gözlerimi bile devirmedim ve güneş gözlüğümü takıp pasaportumu çantama attım. Kontrolden geçmiştik, uzun bir yoldan sonra Kore'de olacaktık. Dün geceki halimin aksine daha güçlü ve dinç hissediyordum. O hassas, küçücük çocuk gitmişti sanki. Üstelik güzelce uyumuştum. Evet uyumuştum.

Heyecanla yerimde kıpırdandım. Bu Jisoo'nun dikkatini çekmiş olacak, ona bakmasam da gözlerinin bende olduğunu fark ediyordum.

"Uçaklardan hala ürküyorum." diye geveleyiverdim. Sanki kendi kendime söyleniyormuşum gibi. Sonra zaten çekilmez bir yoldu. Her defasında, modumu yükseltmek için, Wonwoo'yu düşünmem gerekti.

***

Tüm yol boyunca çok az uyanık kalabilmiştim. Bu zamanlarda da Wonwoo'yu gördüğümde nasıl davranmam gerektiği dışında her şeyi düşünmüştüm. Yani onun hakkında. Şimdi öylece çıkışa yürüyorken ona daha çok yaklaşıyorum. Avuç içlerim terledi ve güneş gözlüğümü düzeltmem lazım. Jisoo sanki peşinde atlı varmış gibi koşturuyor. Fanlarım onun canını sıkıyor olmalı. Ona yetişeceğim diye koşturmak da benim canımı sıkıyor.

"Koşmasana!" Ters ters bakıp "Hoşgeldin partine gecikmek istemezsin herhalde?" diye azarladı beni. Partiler partiler. Sanırım onca yorgunluktan sonra buna burun kıvırmak için deli falan olmam gerekir. Hem onları özledim. Siyeon'u bile! Döndüğünü dün Jisoo söylemişti ve nasıl hissetmem gerektiğini bilememiştim. Hadi ama, kızı Wonwoo'dan bayağı kıskanıyordum. Ama şimdi buna gerek yokmuş gibi hissediyorum. Sakin ol Junhui, bu kadar beklenti fazla. Bir geri dönüş için.

Derin bir nefes alıp çevreye bakındım. İşte, bizi fark etti bile. Engel olamadığım bu gerginlik de ne dudaklarımdaki? Ne bir tebessüm ne de sırıtış. İçimden akan reçellerle yürüyorum bu sefer. Jisoo bagajları yerleştirirken de "İşte, geldim." diyorum yavaşça. O da gülümsüyor. Tuhaf bir sessizlik içinde bir süre bakışıyoruz. Kafasını sallayıp kucaklıyor beni.

Ne diyeceğini bilemiyormuş gibi. Ne dese az kalırmış gibi. Ve bu an kalbim büyümüş gibi hissettiriyor. Tamam Junhui, tek ihtiyacın buydu. İhtiyacımız. Rahatlıyorum. Sanki her şey pozitif bir yöne çekiliyor. Cerise Fransa'dayken sürekli akışına bırak, derdi. Akışına bırakıyorum.

"Önce Jisoo'yu bırakalım." Cümlesindeki imayı yakalayıp gülüyorum fakat Jisoo hiç oralı değil. "İyi olur." diye mırıldanıyor telefonundan kafasını kaldırmadan.

Wonwoo'nun bana Paris'i soracağını falan sanıyorum. Neler yaptım, nasıldım... Ama her şeyden haberdarmış gibi, bana oranın hiç iyi gelmediğini görüyormuş gibi tamamen farklı yerlere çekiyor konuyu. Geçmişe değil, şimdiye.

"Ondan sonra yemek yeriz." Kısa bir an kafasını çevirip bana bakıyor. "Aç görünüyorsun." Kafamı sallıyorum ben de. Ne kadar bastırmaya çalışsam da deli gibi açım. Ama Wonwoo yol boyunca sanki arabada yalnızca ikimiz varmışız gibi konuşmaya devam ediyor. Bir süre sonra ben de Jisoo'nun varlığını görmezden gelebiliyorum. İneceği yere gelene kadar.

"Programın başlayana kadar görüşmemiz gerekmiyor, sana iyi eğlenceler." Cevap vermemi beklemeden arabadan inip uzaklaşıyor. Bu neydi diye kalakalsam da klasik Jisoo işte diye düşünüyorum hemen sonra. Otorite düşkünü profesyonel.

"Ee, ne yemek istersin?"

"Makarna?" Anlayabileceği bir ifadeyle bakıyorum ve gülüyorum.

Fakat evine yaklaştığımızda aramızdaki o iletişimin farkına varıyorum ve arabayı park etmekle uğraşmayıp bana döndüğünde ne istediğimi bilerek ona karşılık veriyorum.

Junhui, haklıydın. Haklıydın, haklıydın, haklıydın. Ona yüklediklerinin farkında ve hepsini sırtlandığını gösteriyor. Seni öperek değil, bu sadece 'bir' dokunuş. O sana farklı yollarla gösteriyor.

"Geri döndüğün için mutluyum." diyor. Nefesleri kontrol edilemez bir halde. Benimki de. Yağmaya başlayan yağmur arabanın camlarını rahatsız ediyor. Bizi değil. "Konuşmasaydık bunu yapabilir miydim bilmiyorum Wonwoo, kafam çok karışmıştı." Uzanıp yanağımı sevmeye başlıyor sıkıntılı zamanlarımı hatırladığımda. Nasıl da biliyorsun Wonwoo, nasıl da!

"Sabah seni görene kadar o küçük şüphe içimdeydi, bu sana güvenmediğimden değil—"

"Ben güvenilmez biriyim, güvenmediğin için seni suçlamazdım." Gayet ciddiyim fakat gülüp kafasını iki yana sallıyor.

"Sadece kararsızdın ve biraz da bocalamıştın Junhui, bu seni güvenilmez biri yapmaz." Dudağımı ısırıyorum ona söylemek istediklerim dilimin ucuna kadar gelmişken. Sonra çekilip "Hadi eve girelim." diyor zaten. Rahat bir nefes alıyorum kapıyı açıp çıkmadan önce.

"Bunu özlemişim." Ağzımı burnumu domates sosu yapmamı umursamıyorum. Bu makarna yemenin kuralı değil midir zaten? Saatlerdir açım ve dün gece de aç yatmıştım. Bir tabak doymam için imkansız gibi bir şey.

"Tabii, özlediğin için böyle yumuldun zaten." Gülüyor bana. Gülsün. Yalan mı söyleyeceğim?

"Karnını fazla doyurma. Senin için deli gibi hazırlık yaptılar."

Ağzımdakileri yutmadan "Dur tahmin edeyim," diye atıldım. "Minji ve Yujin?" Kafasını salladı.

"Parti yapmaya bahane arıyorlar."

"Bu sefer cidden parti havasındalar. Gelmeni dört gözle bekliyorlardı." Gülümsüyorum. Sonra oturmayı kesip biten tabağımı tezgaha koyuyorum.

"O zaman hazırlanmaya başlasam iyi olur." Mırıldandığımda yaklaşıyor ve ellerini belime koyuyor. Bu mutfak daha önce de bu kadar dar mıydı? Kanın damarlarımda akışını apaçık hissediyorum. Sıcaktan olsa gerek. Basınçtan. Evet kesinlikle basınçtan.

"Önce duş almalıyım..." diyorum dalgınca. Sanki konuşmamışım gibi yavaşça dudağımı öpüyor, çekiliyor. "En çok da bunu özledim sanırım." diye fısıldıyor uzunca öpmeye başlamadan önce. Özlenmiş olmak tarifi imkansız bir duygu. Ben zaten söz konusu o iken neyi, nasıl tarif edebilirim ki? Yaşadıklarım, hissettiklerim —tümü— tarifsiz. Eşsiz hissediyorum.

AQUA VITAEHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin