Öyle her gönlüm istediğinde göremem Wonwoo'yu

156 10 45
                                    

"Tabii, efendim." Kravat boynumu sıkıyor. Boğulacak gibi hissediyorum.

Lee Kong saatlerdir konuşuyordu fakat cümleleri kısacık bir özete sığabilirdi. Geçirdiğim birkaç ay benim için oldukça rahat olduğundan —alışma süreciymiş bu— artık ciddi, sıkı, bir iş hayatına atılmam gerekliymiş. Benim artık uyum sağlayabildiğime karar vermiş.

Yani, bu demek oluyor ki, öyle her gönlüm istediğinde göremem Wonwoo'yu. Üniversite kafalı gençlerle takılamam. Ciddi ortamlara girme zamanı. Yirmi üç yaşında bir çocuk olmayı bırakma zamanı.

Sanırım takım elbise ilk kez üzerimde böyle eğreti duruyor. Öyle hissediyorum çünkü. Taşıyamıyormuş gibi. Bunun haricinde dışım put gibi. Simsiyah saçlarım alnıma dökülmesine rağmen muhtemel sert bakışlarım sebebiyle, sert görünüyorum. İstenilen ciddilikte.

"Yeni programını yeni asistanın sana iletecek."

"Yeni asistan mı?" Yeni programı atlıyorum, Minghao ile gayet iyi gidiyorduk.

"Geçici durumun sona erdiğinden her şeyin kalıcı olmalı, öyle değil mi Wen Junhui?" Peki, şefkat dolu 'evlat'a ne oldu? Para gören ben değişmedim. Wonwoo'yu tadan duygularım belki çiçek açtı fakat Lee Kong'un takındığı bu tavır da ne? Despot mu? Yoksa otorite mi bu gözlerinde gördüğüm bilemiyorum. Sonra Soonyoung'un sözleri çınlıyor kulağımda: 'Jihoon babası tarafından şımartılmadı, çünkü babası onu çalışanlarından hiçbir zaman ayırmadı.' Bu Kong'un işadamı yüzüydü demek. Jihoon'un hayatı boyunca gördüğü ve benim kısa süre mahrum(!) kaldığım.

"Haklısınız." İç çekiyorum.

Ardından yeni asistanımla tanışıyorum, Hong Jisoo. Düz bakışlı ve soğuk biri. Robotu andırıyor. Minghao'nun tam aksi ve ben çoktan onu özledim.

"Yarın sabah altıda seni alıyorum, çekimin yediye çeyrek kala başlıyor öncesinde bir şeyler atıştırmak istiyorsan— unut gitsin vaktimiz yok. Öğlen yersin. On buçukta fanlarınla bir buluşman var ve—"

"Nefes alır mısın?" Şaşkınca bakakalıyorum. Yanından ayırmadığı Tupperware'ının yarısını boşaltıyor ve sanki az önce nefes nefese kalan o değilmiş gibi "Öğlen yemeği için yarım saatin var. Sonrası fazla yoğun, yarın görüşürüz." diye bitiriyor sözlerini.

Hoşçakal falan demeden gidiyor. Kabanının savrulan ucuna takılı kalıyor bakışlarım. Sanki bir cam kırılmış da her yere yankı yapıyor sesi. Cam kırıldığında nasıl bir ses çıkar bilirsiniz değil mi? İç kırıcı, bükücü.

Hayır. Böyle hissedemem. Ne bu dünyam başıma yıkıldı havası? Güzel şeyler düşün Junhui. Jihoon'u düşün. O huysuz küçük cüce seni nasıl gülümsetmez? Soonyoung'u düşün... Wonwoo, hiç olmazsa Wonwoo'yu düşün ve bu ne kadar kırıcı olsa da mutlu ol. Neşelen demeye yüzüm yok ama lütfen mutlu ol.

Zoraki gülümsememle şirketten çıkıyorum. Wonwoo'ya mesaj atmayı düşünüp vazgeçiyorum. Birkaç sefer aramak da istiyorum fakat kendimi bir bankta oturmuş çevremdeki ağaçlarla bakışırken buluyorum. Telefonum çalıyor sonra.

"Efendim?"

"Şirketteyim, az önce çıktı dediler nerdesin?" İç çekiyorum.

"Pek havamda değilim, Soonyoung."

Telefonu kapatmak için kulağımdan çekiyorum ama hemen sonra "Suratıma kapanan telefonlardan nefret ederim." diyen Soonyoung'u tam karşımda buluyorum.

"Üzgünüm." Bir şey demeden yanıma oturuyor. Bu sefer bir şey anlatmayacağım. Evet anlatmayacağım. Doğruları ya da gerçekleri kaldıracak havada değilim.

AQUA VITAEWhere stories live. Discover now