XVIII

98 4 0
                                    


20

Köyümüzle büyük kent arasındaki yolculuk aşağı yukarı beş saat sürüyordu. İçinde benim de bulunduğum dört atlı yolcu arabası Londra'nın Cheapside semtinin Wood Caddesi'ndeki Cross Keys'e, arapsaçına dönmüş olan trafiğe girdiği zaman saat öğleden hemen sonraydı.

O zamanlar biz İngilizler kendimizi her şeyimizle dünyada en büyük sayar, bu inancı kuşkuyla karşılayanları vatan haini yerine koyardık. Yoksa öyle sanıyorum ki kentin uçsuz bucaksızlığının verdiği korku bir yana, yer yer çirkin, eğri büğrü, dar, pis bir yer olduğu kanısına varabilirdim.

Mr. Jaggers bana söz verdiği gibi adresini yollamıştı. Little Britain diye bir sokaktaydı burası. Kendisi kartın üstündeki bu adresin altına, "Smithfield'in9 hemen ötesinde, araba durağının çok yakınında," diye yazmıştı. Gene de kiralık bir yolcu arabasının yaşlı, kırtıpil sahibi beni hemen arabasına attı. Giydiği o yağlı kirli paltosunun omuzlarında yaşının sayısı kadar çok pelerin var gibiydi. Katlanan, çıngıraklı merdivenini, yetmiş-seksen kilometrelik yol gidecekmişim gibi özenle çekip kaldırarak beni içeriye kapadı. Kendi hücresine çıkıp oturması da hatırı sayılır bir zaman aldı. Burasının, güve yeniğinden paçavraya dönmüş, güneşten solup yağmurdan lekelenmiş fıstık yeşili bir kumaşla kaplı olduğunu anımsarım. Dış duvarlarını süsleyen altı tane kocaman dük tacı, arkasında bilmem kaç tane uşağın tutunması için eski püskü urganlardan yapılma parmaklıklar, altta da bu uşakların şeytana uyup sallanmalarını önlemek için konmuş engellerle göz kamaştıran bir taşıttı bu.

Arabayı hem bir samanlığa hem eskici dükkânlarına benzetip yem heybeleri acaba neden içeride duruyor diye merak ederek yolculuğun daha yeni yeni tadını çıkarmaya başlamıştım ki arabacının hücresinden aşağı yöneldiğini gördüm. Yakında duracak mıydık ne? Gerçekten de çok geçmeden loş bir sokakta, açık duran kapısının üstünde boyayla "Mr. Jaggers" yazılı bir yapının önünde durduk.

"Kaç para?" diye arabacıya sordum.

Arabacı, "İçinden daha çok vermek gelmiyorsa bir şilin," dedi.

Ben de, doğal olarak içimden hiç de öyle bir şey gelmediğini söyledim.

Arabacı, "Öyleyse şilini alıp başımıza koyacağız," dedi. "Başımı belaya sokmaya niyetim yok. O'nu iyi bilirim ben," diyerek Mr. Jaggers'ın adından yana başını sallayıp bir gözünü karamsarlıkla kırptı.

Arabacı şilinini alıp indiği gibi gene kırk yılda hücresine bindikten, derin bir soluk alarak uzaklaştıktan sonra ben, elimde küçük çantamla ön odaya girdim; Mr. Jaggers'ın burada olup olmadığını sordum.

Yazman, "Şu sırada mahkemedeler," dedi. "Mr. Pip'le mi görüşüyorum?"

Mr. Pip'le görüşmekte olduğunu kendisine bildirdim.

"Mr. Jaggers kendisini odasında beklemeniz için talimat bıraktı. Duruşması olduğu için ne zaman döneceğini kestiremedi. Ama geç kalmamak için elinden geleni yapacağına inanabiliriz; kendisinin zamanı çok değerli olduğundan akla yakın olanı budur."

Yazman böyle diyerek bir kapı açtı, beni arkadaki içerlek bir odaya aldı. Burada dizlik pantolonla kadife takımlar giymiş tek gözlü bir adam bulduk. Adam, gazete okuması yarım kalınca kolunun yeniyle burnunu sildi.

"Git, dışarda bekle," dedi yazman.

Ben, "Umarım kimseyi rahatsız etmiyorum," demek için ağzımı açmıştım ki yazman adamı, görmediğim bir kabalıkla dışarı itip kürk başlığını da ardından fırlatarak beni odada yalnız bıraktı.

Büyük UmutlarWhere stories live. Discover now