XXXIX

39 3 0
                                    


41

Üçümüz birden ateş başına oturup da ben her şeyi olduğu gibi açıkladığım zaman Herbert'in uğradığı şaşkınlıkla tedirginliği size nasıl anlatayım? Herbert'in yüzünde kendi duygularımın yansımasını gördüğümü ve bunların arasında velinimetime karşı beslediğim tiksintinin önemli bir yer tuttuğunu söylersem yeter sanıyorum.

Başka hiçbir aykırılık olmasa bile benim anlattığım öyküden duyduğu zafer dolu mutluluk, onunla bizim aramıza bir perde gererdi. Geldiğinden bu yana bir kez işlediği kabalık kusurundan başka (ben öykümü bitirir bitirmez kendisi Herbert'e bu olayı uzun uzadıya anlattı), durumda bana hoşnutsuzluk verecek bir şeyler olabileceği, başıma konan devlet kuşundan herhangi bir nedenle yakınabileceğim, bu adamın aklının köşesinden bile geçmiyordu. Beni beyefendi yapmasıyla, su gibi harcadığı paralar sayesinde benim tam bir beyefendi olarak yaşayışımı görmeye gelmesiyle, kendi hesabına olduğu kadar benim hesabıma da böbürleniyordu. Bunun ikimiz için de övünülecek, koltuk kabartıcı bir şey olduğundan hiçbir kuşkusu yoktu.

Bir süre konuştuktan sonra, "Bana bak, Pip'ciğimin can dostu," diye ekledi. "Buraya geldikten sonra, yarım dakika için kendimi unutup kaba konuştuğumu bilmez değilim. Pip'e de söyledim bunu, avam ağzıyla konuştuğumu biliyorum diye. Ama sakın bu konuda canını sıkma. Bizim Pip'i beyefendi yaptığıma göre, o da seni beyefendi yapacağına göre, beyefendilerin yanında nasıl davranılır biliyorum demektir. Sevgili evladım, Pip'ciğim ve Pip'in dostu, ikiniz de yüreğinizi ferah tutun. Ağzıma her zaman için kibarlık gemini vuracağım; güvenin buna. Zaten kendimi unutup bayağılaştığım o yarım dakikadan sonra taktım bile bu gemi; şu dakikada gemim ağzımda, bir daha da hiç çıkmayacak!"

Herbert, "Hiç kuşkusuz," dediyse de Provis'in sözlerinde kesin bir avuntu bulmuşa benzemiyor, hâlâ şaşkın, tedirgin duruyordu.

İkimiz de konuğumuz bir an önce kendi pansiyonuna gitse de baş başa kalsak diye sabırsızlanıyorduk. Gel gör ki bizden ayrılmayı besbelli hiç canı istemeyen Provis geç saatlere kadar oturdu. Onu Essex Sokağı'na götürüp de pansiyonunun karanlık kapısından içeri bir selamet soktuğumda gecenin yarısı olmuştu. Kapı üstüne kapandığı zaman, ilk geldiği geceden bu yana ilk olarak derin bir oh çektim.

Merdivende rastladığım adam hiç aklımdan çıkmadığı için karanlık bastırdıktan sonra konuğumu hava aldırmaya çıkardığım zamanlar her seferinde gidişimizde de dönüşümüzde de ürkek ürkek çevremi süzmekten hiç geri kalmamıştım. Şimdi de dört bir yanımı gözleyip duruyordum. Büyük kentlerde insan tehlikede olduğuna, gözetlendiğine inanmışsa hemen her gördüğünün kendini gözetlediğinden kuşkulanmaması elinde değildir. Gene de ben rastladığım birkaç kişinin benimle özel olarak ilgilendiklerine ihtimal vermedim. Herkes kendi yoluna gidiyordu. Geri döndüğüm zaman da sokak bomboştu. Avlu kapısından bizimle birlikte aynı anda çıkan olmadığı gibi, şimdi benimle birlikte bir giren de olmadı. Havuzun yanından geçerken Provis'in ışıklı, sakin duran arka pencerelerine şöyle bir göz attım. İçeri girmeden önce kapı önünde bir süre durdum. Avluda hiçbir yaşam belirtisi yoktu; merdivenlerde de öyle.

Herbert beni kucaklayıp bağrına bastı. İnsanın dünyada bir dostu olmasının mutluluğunu hiç böyle derinden duymamıştım. Herbert anlayış dolu, gene de yüreklendirici birkaç söz söyledi, sonra oturduk, ne yapacağımızı düşünüp taşınmaya başladık.

Provis'in koltuğu boş duruyordu. Provis'in koltuğu diyorum, çünkü bu adam kışlada askermiş de yazılı bir kurallar listesini izlermiş gibi hep bir yerde, diken üstünde durmak, hep aynı sırayla aynı şeyleri yapmak (piposu, kara kafa tütünü, çakısı, iskambil kâğıtları, vb.) gibi bir huyu vardı. Dediğim gibi koltuğu boş durduğundan Herbert önce bilmeden oraya oturdu, sonra hemen kalkarak koltuğu itti, gidip bir başka yere oturdu. Velinimetime karşı tiksinti duyduğunu söylemesine gerek kalmamıştı artık, ne de benim kendi içimdeki tiksintiyi açıklamama... Bu sırrı tek bir hece konuşmadan paylaşmış oluyorduk.

Büyük UmutlarWhere stories live. Discover now