XXXII

56 3 0
                                    


34

Beni bekleyen geleceğin parlak olduğu düşüncesine alıştıkça, bunun kendi üzerimdeki etkisiyle çevremdekilerin üstündeki etkisi farkında olmadan dikkatimi çekmeye başlamıştı. Kendi kişiliğim üzerindeki etkiye, elimden geldiğince gözlerimi kapamaya çalışıyorsam da bunun tümüyle hayırlı bir değişim olmadığını çok iyi biliyordum. Joe'ya gösterdiğim nankörlüğün anısı içimde hiç dinmeyen bir sızıydı. Biddy'ye karşı da vicdanım rahat sayılmazdı. Geceleri uyku tutmadığı zamanlarda (Camilla gibi) içim yorgunluktan ezilerek, "Miss Havisham'ın yüzünü hiç görmeseydim daha mutlu, daha iyi bir insan olurdum; o eski demirci dükkânında, Joe'nun yanı sıra alnımın teriyle çalışarak büyüyüp erkekliğe iç rahatlığıyla erişirdim," diye düşünüyordum. Kaç geceler, tek başıma oturup ocaktaki alevlere gözüm daldığında, ne olursa olsun dünyadaki hiçbir ateşin demirci dükkânındaki ateşle evimin mutfak ocağındaki ateşe benzemeyeceğini düşünüyordum.

Öte yandan Estella kafamdaki kaygıların, duygularımdaki altüstlüğün öyle ayrılmaz bir parçasıydı ki, bunun ne kadarını ben yarattım gerçekten saptayıp çıkartamıyordum. Demek istediğim, bu mirasa konmamış olsam bile bir kez Estella'yı aklıma takmıştım madem... şimdikinden daha iyi, daha mutlu bir insan olup çıkacağıma kendimi gerçekten inandıramıyordum.

Varsıllığımın başkaları üzerindeki etkisine gelince, bu konuda kesin bir sonuca varmak pek güç değildi. Ben de, pek açık seçik olmasa da bu etkinin kimseye yararı dokunmadığını, hele Herbert'e hiç ama hiç yararlı olmadığını sezebiliyordum. Benim paramı su gibi harcama huyuma kapılarak o da kendi olanaklarını aşan harcamalar yapmaya başlamış, bu yüzden yaşantısının yalınlığı bozulup çarpılmış, eskiden çok rahat olan içi kaygılar, pişmanlıklarla dolmuştu. Pocket ailesinin öbür dallarını eğdiğime hiç üzülmüyordum; böyle küçüklükler, ufak hesaplar onların yaradılıştan eğilimlerine uygundu çünkü. Gelgelelim Herbert'in durumu bambaşkaydı. Onun o çıplak denecek kadar kıt döşenmiş odacıklarına, bu odalara hiç de uygun düşmeyen pahalı eşyaları tıka basa doldurmakla, kanarya yelekli Baş Belası'nı emrine vermekle ona kötülük ettiğimi düşündükçe içim cız ediyordu doğrusu.

Şimdi bir de küçük lüksü büyük lükse dönüştürmenin kaçınılmaz, en kestirme yoluna saparak hatırı sayılır borçlar yapmaya başlamıştım. Ben yaparım da Herbert durur mu? Çok geçmeden o da benim peşimden geldi. Startop'un önerisi üzerine, Koru İspinozları diye bir kulübün üye adaylığına yazılmıştık. Bu kurumun güttüğü amaca bugüne dek akıl erdirememişimdir. Anlayabildiğime göre bu amaç, üyelerin iki haftada bir toplanıp pahalı bir yemek yemeleri, yemekten sonra kendi aralarında ellerinden geldiğince büyük tartışmalara tutuşmaları, servis yapan altı garsonun merdivende sızıp kalmalarına neden olmalarıydı. Bu çok saygın, çok tatminkâr toplumsal amaca daima başarıyla ulaşılıyor olsa gerek ki, Herbert ile ben katıldığımız ilk kulüp toplantısında, ayakta kadeh kaldırıldığı zaman verilen demeçten bunun dışında pek bir şey anlayamadık. Bu demeç şöyleydi: "Beyler, Koru İspinozları'nın arasında şu sırada yaygın olan dostluk bağlarının sonuna dek egemen olması dileğiyle..."

İspinozlar paralarını budalaca harcıyorlardı. Yemek yediğimiz lüks otel Covent Garden semtindeydi. Klübe katılmak onuruna kavuştuğum zaman ilk rastladığım İspinoz da Bentley Drummle oldu. Drummle o sıralarda kentin içinde kendi paytonunu kendi sürerek dört dönüyor, bu yüzden sokak köşelerindeki direklerde büyük hasar meydana getiriyordu. Bazen, kendi kendini arabasından aşağı tepetaklak fırlattığı da oluyordu. Bir akşam onun böyle, dizginleri birden çekince kendi kendini kulüp kapısına bir çuval kömür boşaltır gibi yuvarlayıverdiğini gördüm... Yalnız, bu anlattığım daha öncedendi, çünkü ben daha İspinoz olmamıştım o zamanlar; kurulun kutsal kuralları gereğince, yirmi bir yaşımı doldurmadan önce olamazdım da.

Büyük Umutlarजहाँ कहानियाँ रहती हैं। अभी खोजें