LII

39 4 0
                                    


54

Hani mart ayında kimi günler vardır; güneş sıcak parlar, rüzgâr soğuk eser; işte böyle, güneşte yaz, gölgede güz olan günlerden biriydi. Sırtımıza gemici hırkaları giymiştik, benim elimde bir de torba vardı. Tüm dünya mallarımın arasından, yalnızca bu torbaya sığabilecek olan, en vazgeçilmez birkaç parça seçip almıştım. Nereye gidiyordum, neler yapacaktım, geri dönecek miydim bir daha? Yanıtını bilemediğim sorular. Zaten kafamı bunlarla yormak da istemiyordum. Bütün düşüncelerim Provis'in güvenliği üzerinde yoğunlaşmıştı. Yalnız, dışarı çıkarken kapıda durup arkama baktım; bu evi bir daha görüp göremeyeceğimi, görürsem koşulların kim bilir ne yönde değişmiş olacağını bir an için düşündüm. Hepsi bu.

Temple rıhtım merdivenine doğru ağır ağır yürüdük; kayığa binip binmemekte kararsızmışız gibi bir süre oyalandık. Aslında teknenin her yönden hazır olmasını özellikle sağlamıştık elbet. Yaptığımız ufak kararsızlık numarasının tek seyircileri, bizim rıhtım merdiveninde yaşayan, neredeyse birer su yaratığına dönüşmüş iki-üç kişiydi. Sonunda kayığa binip halatı çözdük. Herbert küreğe geçti, ben dümene. Saat sekiz buçuktu; suların en yüksek olduğu sıra.

Tasarımız şöyleydi: Sular dokuzda çekilmeye başlayacak, öğleden sonra saat üçe dek, akıntı bizden yana olacaktı. Ama biz sular döndükten sonra da akıntıya karşı kürek çekerek yolculuğumuzu karanlığa değin sürdürecektik. Karanlık basmadan önce Gravesend'i geçmiş, ırmağın Kent'le Essex arasında uzanan geniş, tenha bölümlerine varmış olacaktık. Buralarda, su kenarındaki evler tek tük ve aralıklıdır. Oraya buraya serpiştirilmiş birkaç ücra han vardır kıyıda. Bunlardan birini gözümüze kestirip yanaşır, orada sabahlayabilirdik.

Hamburg'a giden gemiyle Rotterdam'a giden gemi Londra'dan perşembe sabahı saat dokuz sıralarında kalkıyordu. Bulunduğumuz yere göre, onların ne zaman geçeceklerini hesaplayabilirdik. Böylece ilk gelen geminin yoluna çıkıp seslenecektik. Herhangi bir nedenle bizi almazsa elimizde ikinci bir fırsatımız kalmış olacaktı. Gemilerden ikisinin de ayırt edici yönlerini iyice ezberlemiştik.

Tasarımızı en sonunda gerçekleştirme yoluna koyulmak beni öylesine hafifletmişti ki birkaç saat önce nasıl bir durumda olduğuma inanmakta zorluk çekiyordum. Sabahın tertemiz, diri havası, güneş ışığı, su üzerindeki teknelerin gidiş gelişleri, ırmağın bizi gideceğimiz yere ulaştırmak, işimizi kolaylaştırıp bize yürek ve heves vermek istercesine bizden yana akışı içimi yepyeni bir umutla doldurup tazeliyordu. Kayıkta pek işe yaramadığıma üzülüyordum, ne var ki, Herbert ile Startop'tan daha iyi iki kürekçi az bulunurdu; akşama değin hızlarını hiç aksatmadılar.

O dönemde Thames Nehri'nin üstündeki buharlı tekneler şimdikinden çok daha az, kürekle çekilenlerse şimdikinden daha çok sayıdaydı. Saat erken olmakla birlikte suların üstü çifte kürekli kayıklarla kaynıyor, birçok mavnanın akıntıdan yararlandığı görülüyordu. Köprülerin arasında üstü açık teknelerle gidip gelmek daha kolay, daha olağandı o günlerde. Bu yüzden biz de şimdi türlü türlü teknelerin arasından hızla sıyrılıp yol alıyorduk.

Eski Londra Köprüsü'nü, rıhtımında istiridye kayıkları sallanan eski Billingsgate Pazarı'nı, White Tower ile Traitor's Gate'i çok geçmeden gerilerde bırakmış, nakliye iskelelerinin arasından geçmekteydik. Burada Leith, Aberdeen, Glasgow çıkışlı buhar gemileri yük alıp yük boşaltıyorlardı. Diplerinden geçerken dev boyunda gözüktüler gözümüze. Sayısız kömür şilepleri de vardı burada. Hamallar dizi dizi, güvertelere inip çıkıyor, tartıların ağırlıklarıyla kefeleri sallanarak yükselip alçalıyor, tartılan kömürler tangır tungur geminin yanlarından aşağıya, sudaki mavnalara boşaltılıyordu. Ertesi sabah Rotterdam'a gidecek olan buharlı gemi buradaki rıhtımdaydı. Yanından geçerken alıcı gözle süzdük. Ertesi sabah Hamburg'a gidecek olan buharlı gemiyi de burnunun dibinden sıyırıp geçtik.

Büyük UmutlarWhere stories live. Discover now