XXIX

63 2 0
                                    


31

Danimarka'ya vardığımızda bu ülkenin kralıyla kraliçesini, bir mutfak masasının üstündeki iki koltuğa yerleşmiş, saraylılarıyla sarılmış durumda bulduk. Danimarka'nın tüm soyluları kabul törenine gelmişlerdi. Bunlar, dev yapılı dedelerinin birinden kalmışa benzeyen yıkanır deriden çizmeler giymiş soylu bir delikanlı, yaşını başını almış, kirli suratlı bir unvan sahibi (bu unvana yaşını başını aldıktan sonra, daha yenilerde kavuşmuş gibi bir görünümü vardı), bir de şövalyeden oluşmuştu. Şövalye bacaklarına beyaz ipek çoraplar giyip tarak takmıştı ve genel olarak kadınsı bir tipi vardı. Ünlü hemşerime gelince, kollarını göğsünde kavuşturmuş, karamsar, dalgın bir yüzle herkesten biraz ayrı duruyordu. "Keşke alnıyla perçemleri biraz daha inandırıcı olabilseydi!" diye düşünmekten kendimi alamadım.

Konu ilerledikçe ufak tefek birtakım tuhaf olaylar oluyordu. Ülkenin ölmüş kralı, görünüşe göre, bu yalancı dünyadan göçtüğü zaman nezleli, öksürüklü olsa gerekmiş. Bu illeti yalnızca mezarına götürmekle kalmamış, hortlayıp döndüğü zaman da alıp getirmiş. Kralın hortlağı üstelik elindeki asaya geçirilmiş bir kâğıt taşımakta, arada bu kâğıda başvurmaktaydı. Bunu da öyle büyük bir kaygı ve tedirginlikle yapıyor, aradığı yeri öyle sık sık gözden kaçırıyordu ki hortlaktan çok, sizin bizim gibi bir âdeme benzeyip çıkıyordu. Balkondaki seyircilerin hortlağa, "Sayfayı çevir!" diye öğütte bulunmalarına da bu yol açtı sanıyorum. Hortlaksa bu öğüde çok kötü sinirlendi. Bu şahane tansığın özelliklerinden biri de çok uzaklardan gelmiş, uzun uzun taban tepmiş gibi bir tutum takınmakla birlikte, sahnenin hemen yanındaki bir duvardan çıkıp geldiğinin gözle görülmesiydi. Bu yüzden seyircileri korkudan titreteceği yerde alay konusu oluyordu.

Danimarka Kraliçesi, etine dolgun, gürbüz bir kadındı. Her ne kadar tarihi değer taşısalar da, gene de seyirciler onun üstünde taşıdığı pirinçten yapılma takıların sayısını aşırı bulmuş gibiydiler. Çenesinin altından geçen geniş, pirinç bir şerit (müthiş bir diş ağrısı çekmekteymiş gibi) yanaklarını sararak başındaki taca tutturulmuştu. Belini gene pirinçten yapılma geniş bir kemer sarmış olduğu gibi kollarının her birinde de pirinç halkalar vardı. Öyle ki salonda kendisinden açıkça, timbal17 diye söz ediliyordu. Dededen kalma çizmeler içindeki soylu delikanlı ise ipiyle kuyuya inilmeyecek bir kişiydi. Hemen hemen aynı dakikada kendini seyircilere genç bir deniz kurdu, gezgin bir tiyatro oyuncusu, mezarcı, papaz ve de eskrim uzmanı olarak gösteriyordu. Hem de öyle bir uzman ki sarayda yapılan eskrim karşılaşmalarındaki sonuç ve başarılar, onun deneyimli ve hassas değerlendirmelerine göre saptanıyordu. Bu sürekli değişimler, sonunda seyircileri delikanlıdan usandırmaya başladı. Hatta cenaze törenini yönetmek istemeyen papaz kılığındaki sayın kişinin de kendisi olduğu anlaşılınca salondakiler kızgınlıklarını, sahneyi fındık fıstık yağmuruna tutmak yoluyla belirttiler.

Hele Ophelia öylesine yavaş yavaş aklını oynattı, bu arada da öyle çok fon müziği çalındı ki, kızcağız başındaki ince beyaz örtüyü çıkarıp katlayarak gömdüğü zaman balkonun en ön sırasında, çoktandır burnunu sabırsızlıkla demir parmaklığa sürtmekte olan bir adam, "Tamam, çocuğu yatırdık, şimdi artık yemek yiyelim," diye bağırdı ki bu, en hafif deyimiyle oyunun özüne aykırı kaçtı.

Bütün bu olup bitenlerin kabağı sonunda (şakacı bir biçimde) zavallı hemşerimin başına patlıyordu. Danimarka'nın bu kararsız prensi ne zaman bir soru soracak ya da bir kuşkusunu belirtecek olsa seyirciler hemen yardımına koşup ona yol göstermek için çırpınıyorlardı. Örneğin prens, insanın içten içe, dışa vurmadan acı çekmesinin daha yüce olup olmadığını sorunca kimi seyirciler, "Evet!" kimileri, "Hayır!" diye gürlüyor, iki görüşe de yatkın olan kimileriyse, "Yazı tura at!" diyorlardı. Böylece salonda bir tartışmadır aldı yürüdü. Hamlet kendisi gibi yaratıkların yerle gök arasında sürünüp durmalarında bir anlam olup olmadığı konusunda kuşku belirttiği zaman, seyirciler, "Ha şunu bileydin!" diye yüksek sesle bağırarak onu yüreklendiriyorlardı. Bir ara çorabının biri biraz kaymış olarak sahneye çıkınca balkonda, bacağının bembeyazlığı konusunda, "Acaba hortlaktan korktuğu için mi rengi kaçtı?" diye bir konuşma başladı. Eline flavtayı alınca (bu, demin orkestrada çalınan, sonra kapıdan Hamlet'e iletilen küçük kara flüte pek benziyordu doğrusu) seyirciler hemen hemen hep bir ağızdan onun Rule Britannia marşını çalmasını istediler. Üzülerek söylemek zorundayım ki böyle olayların her birinde Wopsle seyircilerin makara gibi koyverdikleri kahkahalarla karşılaşıyordu.

Büyük UmutlarWhere stories live. Discover now