Üç Bin Üç Yüz Bilmem Kaç Sopa - XII

169 10 7
                                    

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte uyandılar. Sanço, iyi bir kahvaltı yapmak için heybesinin başına gitti. Ancak çok az yiyecekleri kaldığını gördü.

       – Ne olacak şimdi? der gibi Don Kişot'un yüzüne baktı.

       Mançalı Şövalye:

       – Benim hiç iştahım yok; bir lokma dahi yiyebileceğimi sanmıyorum, dedi.

       Bizimki buna sevineceğini mi yoksa üzüleceğini mi bilemedi. Efendisi düelloyu kaybettiği günden beri mum gibi eriyordu. Yenildiğine değil, şövalyeliği terk etmek zorunda kalışına üzülüyordu şüphesiz. Sanço, kaç defa şöyle diyecek oldu:

       – "Bir serseriye verdiğiniz söz bu kadar önemli mi? Unutun gitsin! Yardıma muhtaç, imdat bekleyen bunca zavallı varken sırf Beyaz Aylı Şövalye'ye söz verdim diye bir köşeye çekilip onların iniltilerine kulak tıkayamazsınız."

       Ancak, hiç bir zaman bu cesareti kendisinde bulamadı. Efendisini tanıyordu. Ona kızmakla kalmaz; bir güzel pataklardı... Bunları düşünürken; bulabildiği birkaç dilim ekmekle peyniri mideye indirdi. Bir günlük yolları kalmıştı. Eğer hızlı giderlerse akşama varmaz köye ulaşırlardı. Yolları üzerinde ağaçlıklar bol olduğu için kırbaç işini merak etmiyordu... Yiyecek meselesi de o kadar önemli değildi. Midesi meşe palamuduna alışıktı...

       Sanço, efendisinin derin düşüncelere dalıp gittiğini görünce, onun elinden şövalyeliği alan adama beddua etmekten kendini alamadı:

       – Eh, Aynasız çapulcu... Dilerim senin sonun da efendiminkine benzer!

       Don Kişot'un hizmetine girdiği günden bu yana, belki ilk defa olarak yola çıkma teklifinde bulundu. Oturduğu yerde kırk yıl konaklasa kılını bile kıpırdatmayacak kadar gamsız olan bu adamın teklifine efendisi de şaşırdı:

       – Ne o Sanço, evini çok mu özledin?

       – Özlemedim desem yalan olur Senyör... Ancak acele edişimin sebebi sadece bu değil. Şimdi kalkarsak, karanlığa kalmadan köyümüze ulaşabiliriz.

       – Peki, dediğin gibi olsun. Davran öyleyse; gidiyoruz!

       Durup dinlenmeden öğleye kadar yol aldılar. Don Kişot, o kadar bitkindi ki, Rosinenta'nın sırtında zor duruyordu. İlk gördükleri ağaçlıkta mola verdiler. Sanço, son bir ümitle, heybeye saldırdı. Gayet tabii ki, eli boş çıktı.

       Mançalı Şövalye dayanamadı:

       – Daha bu sabah onu boşaltan sen değil miydin a oğlum?

       – Ümit dünyası, Senyör... Bakarsın, Hızır sekiz yüz kırbaç yiyecek olan şu zavallıya acımıştır da bir şeyler koyuvermiştir...

       – Öyle zannediyorum ki, kırbaç işini burada bitirmek istiyorsun. Yanılıyor muyum?

       – Evet Efendim. Ancak boş bir mide ile buna nasıl katlanırım bilemiyorum. İzin verirseniz, biraz meşe palamudu toplayıp yemek istiyorum. Hiç yoktan iyidir.

       – Sen bilirsin, mide senin...

       Sanço, topladığı meşe palamutlarıyla karnını bir güzel doyurdu. Eşeğinin yularını çıkardı. Kırbaç işini bitirmek üzere efendisinden izin istedi. Palamut toplarken arkasına gizleneceği ağaçları da tespit etmiş bulunuyordu...

       Diğerlerinde olduğu gibi, kırbaçlar yine gözüne kestirdiği ağacın gövdesine inmeye başladı... Fakat öyle feryat koparıyor, öyle acı iniltiler çıkarıyordu ki; duyan da derisini yüzüyorlar sanırdı.

Don KişotHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin