Sekiz

472 50 2
                                    

"Saçmala hakaret etmedim! Ne tuhaf bir insansın? Her şeyi, her şeyi yanlış anlıyorsun." dedi. "Sana gelmiş seninle ne kadar eğlendiğimden bahsediyorum. Ama sen? Kime ne anlatıyorum ki." diye ekledi. Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Tamam da ne kızıyorsun ki? Alışkın değilim ben böyle tuhaf cümlelere. Çenesi kasılmıştı. Benim çenem niye kasılmıyordu? Acaba gerektiği kadar sinirlenemiyor muydum?  Surat asmayı sevmiyorum. Gözlerimi Göktuğ'un gözlerine diktim.

"Teşekkür mü etmeliyim prensesim? Ne kadar abartıyorsun," diyerek ona bakmayı sürdürdüm. Nehrin yakınındaydık. Ottawa aynı isimli bir nehrin kıyısına kurulmuştu. Kafamın içinde üç defa Göktuğ'u nehre attım. Yine de burası müthiş bir şehir. Gerçekten de öyle. Özellikle ilkbaharda çok güzel oluyor diye okudum. Gözlerini inanamıyormuş gibi açtı, sonra gözlerine küçük bir parıltı yakaladım. "Prenses mi? Sen de bu durumda kurbağa prens mi oluyorsun?" diye sordu alayla. Oha, yuh artık. BOZ AYI. Beni benim silahımla vurdu. Ah, keşke bu ilk önce benim aklıma gelseydi!  Bunu beklemiyordum. Bozulmamıştım. Daha önce bana "prenses" diyen erkeklere bu cümleyi bir tokat gibi, yok hatta bir yumruk gibi savurmak istiyorum.

Uzun bir soluk aldım. Omuz silktim. Umursamadım, o da gözlerini devirip dışarıyı seyretti. Keşke bilgisayarım yanımda olsaydı. Ölüm sessizliğinden kurtulurdum böylelikle. İkimiz de yaşıyorken ölüm sessizliği ağır geldi. Birimizin ölmesi gerekecek. Ottawa ikimize fazla Göktuğ bey! Of, ne diyorum ben? Ölmek için çok gencim.

 Telefonumu çıkardım. Okuyabileceğim bir şeyler arıyordum. Garson kız kahvelerimizi getirdi. Birkaç yudum aldım. İki tane sigara yakmıştım kahvem bitene dek. Göktuğ daha çok içti. Ara sıra kaçamak bakışlarını yakalıyordum. Gülümseme isteğimi bastırdım.

Telefonuma döndüm. Gazetelere baktım. Çok sıkıcı. Asla haberleri okumam. İzlemem. Takip etmem. Olan bitenleri bilim dergilerinden, yeni çıkan filmlerden ve kitaplardan takip ediyorum. Türkiye'de haberler çok daha sıkıcı zaten. Üstelik can sıkıcı. Ana teması ölüm, işsizlik, yoksulluk. Bunlar cehaletten kaynaklı problemler. Cehalet deyince aklıma mantıksız bir biçimde İlber  Ortaylı çıkageliyor. O kadar özdeşleşirdim ki, şu an ilk okulda olsam cehaletin zıt anlamlısına adamın adını yazacağım. Konu dağıldı. Kafamın içindeki seslerden en son düşündüğüm şeyi zorlukla hatırladım. Evet. Ara sıra haberleri izlerdim. Haberleri izlerken spikerin kekelemesini, hata yapmasını kolluyorum sadece. Sonra istemsizce sırıtıp kapatıyorum. Bazen Azeri kanallarını açıp onları izliyorum. Bütün dillere alışabilsem de Azericeye Sheldon Cooper kadar gülüyorum. Bir türlü alışamadım. Bak aklıma geldi yine. Kıkırdadım. Göktuğ beni deli sanacak. Bir an göz ucuyla bana baktı sonra orada yokmuşum gibi telefonunu çıkarıp bir şeyler yapmaya başladı. Sheldon Cooper ve Azerice! İşte düşünme sistemimin en harika örneklerinden bir tanesi. Azerice konuşan Sheldon Cooper. Kendi kendime gülüyorum yine..

Oyun mu oynuyor acaba? Ya da arkadaşıyla konuşuyordur. Allah'ım n'olur kız arkadaşı olmasın! Bana ne canım. Değildir ya kız arkadaşı. Erkek arkadaşıdır. Bir dakika ya yoksa? Erkek arkadaşı? Gay olma ihtimalini değerlendirdim. Gözlerimi kısarak ona bakıyordum. Bir an soru sorar gibi bakan gözleri gözlerimi buldu. İnsanlar onlara dik dik baktığımda kolayca hissedebiliyordu. Onu yok saydım. Giderken göz ucuyla baktığımda, tekrar telefona dönmüştü.


 Lavaboya gitmek için ayağa kalktım. Uzun adımlarla lavaboya ulaştım. Aynadaki yansımama baktım. Zihnimdeki merakın aksine sert bir görüntüm vardı. Yüzüme bir avuç su çarptım. Bir daha avuçlarıma su doldurdum. Kendime gelmek istiyordum. İyi de zaten kendindesin! dedi iç seslerimden sürrealist olanı. Yalancı. Kalleş. Hep bu yalan söylüyor işte! Duygusal yanım mantıklı gibi davranıp beni kandırıyor. Bir insanın iç sesinin beyni olabilir mi? Elbette. Tamamen beni yanlış yollara çekmeye çalışan aşırı zeki bir duygusal yanım var. Bu şey gibi, bir edebiyat öğretmeninin fizik çözebileceğini iddia etmesi gibi. Saf yalan.

Duygusal yanımı kırmam gerekiyordu. Mantığım o şeyin olup olmadığını tartarken, ciyaklayan sürrealist iç sesime rağmen hızla yüzümü kuruladım, masaya yürüdüm. Göktuğ telefondan başını kaldırdı. "Başka bir yere mi gitsek?" diye sordu. Gidelim. Nereye istersen beni de götür. Ama önce artık kuşkuyla yaşayamayacağıma karar vermiştim. İç seslerimin olay anında minik bir diyalogu:

"Yapma, saçmalama! Sorulmaz öyle şey!"

"Merakla yaşayamazsın!"

"Saçmalıyorsun!"

"Yoo, saçmalamıyor. Ne kaybeder ki?"

"Yoksa ona değer mi veriyorsun?"

"Evet, bu normal bir şey. O iş arkadaşı!"

"Sheldon Cooper?"

"Eve gidip dizi izle"

"Sakın soru sorma."

"Soruyu sor, eve git dizi izle."

"Çişim geldi." Sen iç sessin, nasıl çişin gelebilir Allah aşkına? Maksat kafam karışsın. Şeytana çalışan iç seslerim.

SESSİZLİK! "Ne be?" adlı küçük protestomun ardından kontrolü ele aldım. Ve o ahmak sorudan kurtulmak için dilime konuşma izni verdim. "Göktuğ gay misin? Ya da biseksüel misin?" diye sorduğumda Göktuğ'un yüzü ifadesizdi. Ama gözleri saklayamadığı bir dehşetle parlıyordu. Olmasın ya!


Aslında Kumral SeverimHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin