sick warm: 7

702 113 44
                                    

İlk seferin aksine bu defa vücudum saf öfke ve öz eleştiriyle yanıyordu. Beni oradan oraya taşıyabilecek kadar yakınımdaydı ve ben o bunları yaparken siktiğimin kış uykusuna yatmış gibi uyuyordum. Bu zihnimin bana ilk ihaneti değildi ama beni en çok kızdıranıydı.

Isırdığım çilek marmelatlı ekmeği hırsla çiğneyip, onu daha fazla düşünmemek için araladığım kitabı okumaya devam ederken kot pantolonumun arka cebindeki telefonum birkaç bildirimle titredi ve ekmek dilimi tabağa düştü. Üstelik marmelatlı tarafı porselen yüzeye yapışmıştı.

"Sikeyim," dedim kısıkça. Uçan kuştan korkar olmuştum ama onun bunu bilmesine asla izin vermezdim. Yirmi altı yaşındaydım, cılız biri değildim ve nefsi müdafaa gerekirse o lanet bıçağı siktiğimin boğazına saplamaktan çekinmezdim.

Bildirim ekranındaki kutucuğa tıklayıp, beni mesajlara yönlendirmesini bekledim ve annemle olan sohbet açılırken ekmek dilimini tabaktan ayırdım. Hala yenilebilirdi.

Annem: Baban dün gece birilerini yolladı.
Annem: Tahminimce gelmek üzerelerdir.

Ben vücudunda bir damla sabır olmayan bir bireydim ve babam da dahil kimse bana emrivaki yapamazdı. Beni hala küçük, inatçı bir keçi gibi görmesi umrumda değildi. İnat etmiyordum, kararlarıma saygı duyulsun istiyordum.

Biraz sonra gerçekten de zil çaldığında telefonumu arka cebime tıkıp, kısıkça küfrettim ve ön kapıya yürüdüm. Kilidi çevirip, çelik levhayı yavaşça kendime çektim. İki kişilerdi, siyah takım giyiyor ve güneş gözlüklerinin ardından gözlerime bakıyorlardı. Kimse daha fazla ben Park Dae Ho'nun adamıyım diye bağıramazdı.

"Ne var?" diye sordum bilmeme rağmen. "Niye geldiniz?"

"Babanız yolladı efendim." dedi, diğerine göre biraz daha uzun olan. "Sizi Seul'e götürmek adına emir aldık."

"Umrumda değil." dedim, başını hafifçe öne eğdi. "Siktir olup gidin." diye eklediğimde ikisi de gözle görülür şekilde bıkkınlıkla omuzlarını düşürmüştü.

"Efendim," dedi bu defa diğeri. "Babanız zor kullanmak durumunda da olsak siz olmadan dönmememizi emrettiler."

"Dene beni." dedim kaşlarımı çatarak. "Orospu çocuğu."

Belki iki, belki üç saniye sonra kendimi bir çuval gibi sırtında bulduğumda şokla "Ne halt ediyorsun?" diye bağırdım. Tepinişimle sarsıldığı için diğeri bacaklarımı tutmuştu. Hareketlerim kısıtlıydı ama sırtını yumruklamaktan da geri durmuyordum. "İndir beni!"

"Lütfen direnmeyin." dedi.

"Siktir git!" diye bağırdım bu defa.

Bahçeyi aşıp, siyah bir transporterın önünde durduk ve beni indirip, açık kapısından içeri itmeye çalıştığı sırada suratına yumruğumu yapıştırdım. Sendeleyip, diğerine çarpmış ve ben yarattıkları boşluktan eve doğru koşarken biri sweatshirtümün kapüşonunu yakalamıştı.

"Siktiğimin," diye mırıldandım, dönüp onu da yumruklamadan önce. Burnunu tutarak eğildi ve aradaki mesafeyi kapatıp, eve girdim. Çelik kapıyı arkamdan kilitlesem bile yüksek ihtimalle anahtarları vardı. Risk almak istemedim.

Arka kapıya koşup kilidi çevirdim ve bahçeye çıkıp koşmaya başladım. Neden evleri bana onunkinden daha yakın olan Rome ve Luca'ya gitmediğime anlam veremedim. Adımlarım verandasına tırmanıp, kilitli olmadığını umduğum kapıyı ittiğimde bedenim içeri savruldu ve ardımdan kapattığım ahşap levhaya yaslandım. Petra havlayarak yanıma geldiğinde nefes nefeseydim ve göğsüm biraz da panikle inip kalkıyordu. Beni buraya girerken görüp görmediklerini düşündüm.

bird's prey : kookminDonde viven las historias. Descúbrelo ahora