no need to party: 15

888 110 111
                                    

Melbourne'un sabahında masmavi bir gökyüzüne uyandığı çarşamba gününün akşamı, felaket derecede yağmur yağıyordu. Dışarıdaki tüm işlerimi sabahtan halletmiştim ama benimle yalnız kalma fırsatını yakalamış annem zerre ilgimi çekmeyen konulardan bahsedip, asla güzel olmayacağını bildiğim bir tarifi deniyordu. Normalde de birlikte vakit geçirebilen kişiler değildik, neden bana yakın olmaya çalıştığını anlayamıyor ve sebebi ne olursa olsun hiç haz etmiyordum.

İhtiyacımın olduğu zamanlarda esirgediği anneliği tüm bağlarımız koptuktan sonra yerine getirmeye çalışması hiçbir şey ifade etmiyordu.

Panayırda geçirdiğim Cadılar Bayramı'nın üzerinden iki hafta, üç gün geçmişti.

Kuş kafesine her gün bir tane yapboz parçası bırakmıştı. Hala ne olduğunu anlayamadığım, arama motorlarının lensleriyle taratmama rağmen büyük resmi asla çözemediğim bir yapbozu yavaşça işletiyordu bana.

Mesaj atmadı, not bırakmadı. O benim ona olan açlığımı körükledikten sonra, yatağımda yalnız uyandığım on yedi gün geçirdim.

Alenen aynı kişi olsa bile şimdi birinden nefret edip, diğerini arzularken kendimi kaybettiğim bu figür beni nasıl eğiteceğini biliyordu. Varlığından şikayet ettiğim ilk anda beni yokluğuyla sınamıştı ve inanın geceleri ter içinde uyanıp, soğuk bir duşla sakinleşmeye çalışmak can sıkıcıydı.

Yapbozu defalarca kez çöpe atmış, sonrasında dayanamayıp tekrar sermiştim odamdaki çalışma masasının üzerine.

Ruhumun bir parçası onun için ağrıyordu. Ona ait olmak, bedeninde nefeslenmek ve onu en sıcak köşelerinde misafir etmek istiyordu.

Fikrimi sorarsa, böyle bir şey asla gerçekleşmeyecekti ama dinlediği yoktu. Ağlayıp, sızlanıyor, artık küçük bir oğlan çocuğu olmadığını söylüyordu ama sağlıklı bir yetişkinin aksine, bir başkası tarafından beslenmek, doyurulmak istiyordu.

Nezaketten uzak bir tarifle yoğrulup, tutkuyla pişmiş sofraların misafiri olmalıydı. Yüzyıllardır süregeliyormuş gibi biçare hissettiren, terbiye edilememiş açlığı dinene kadar yemeli, her bir lokması için şükredip, Tanrı'sının adını yüceltmeliydi. Yalvarışlarını duyup, onu göğe yükselttikten sonra Cehennem'i sunacak biri vardı.

Vakit geçirmek, doğrusu annemle konuşmamak için okuduğum bir online kitaba dalmıştım, mutfaktaydık.

"Ölçü bardağın nerede?" diye sorduğunda başımı telefonumdan kaldırmış, bıkkınlıkla yüzüne bakmıştım.

"Ölçü bardağım yok." dedim kısıkça.

"Tarifleri nasıl uyguluyorsun?" diye sordu bu defa. "Ölçü bardağı almalısın."

Ona birkaç saniyeliğine dümdüz baktım. Fazla zorladığı şey şansı mı yoksa sinirlerim miydi, karar vermek zordu.

"Şimdilik bir şekilde hallederiz." dedi karmakarışık bir surat ifadesi takınıp, ellerini önlükle kurularken. Omuzlarını düşürdü, yüzüne anlamsız bir gülümseme yerleştirdi. "Bana hamur için yardım eder misin, oğluşum?"

"Bana öyle seslenme." dedim kaşlarımı çatarak.

"Sadece bir şeyleri yoluna koymaya çalışıyorum." dedi ellerini kaldırarak. "Neden bu kadar öfkelisin?"

"Sen bir çıkarın olmadan kimseyle bir şeyleri yoluna koymaya çalışmazsın." dedim gözlerine bakarak. "İlgine ihtiyacım yok. Buna bir son ver. Mümkün olan en kısa sürede de babamla aranı düzelt ve çok sevdiğin evine dön."

"Orası senin de evin." dediğinde öfkeli bir nefes verdim. Sesimi yükseltmemeye çalışıyordum, duygusallaşması en son istediğim şeyken bir de benim yüzümden ağlamasına katlanamazdım.

bird's prey : kookminWo Geschichten leben. Entdecke jetzt