0.1

285 22 9
                                    







ne sanatı ne de ruhu beslediği söylenilen müziği seviyordum. belki yüzlerce, belki de binlerce insandan farkım yoktu bu konuda. her şey tıpkı 16. yüzyılda dinî açıdan baskıda kalan protestanların kendilerini katolik gibi göstermesi gibiydi. şimdi ise, sanatın ve müziğin şeytanın işi olduğuna inanılıyordu. özellikle sanat açısından insanların kesin düşünceleri vardı. geçmiş zamanda yaşananları bize açıklayan tarih; geçen senelerde, hatta yüzyıllarda tekrarlanıyor gibiydi. tarihte dün anlatılan konu bugün farklı bir hâliyle yaşanmışlıklara girmeyi başarıyordu. bazen elime kalem alıp insanlara karşı isyan edeceğim cümleler yazmak istiyordum ve bu yalnızca istemekle kalıyordum. korkuyordum, çok korkuyordum.

insanların pek çoğu evlatlarının onlara karşı gelmesinden muzdarip iken, gelin görün ki ailem bu açıdan fazlasıyla memnun insanlar. biliyorum, bana neler yapabileceklerini biliyorum. gerekirse saçlarımdaki bütün telleri teker teker yolarlar fakat istedikleri çocuğu bir robot gibi yetiştirirlerdi. ne yazık ki, her gün odanın bir köşesinde ağlayan kız kardeşim kanadı kırılmış bir kuştan farksız, hıçkırarak ağlardı. ben ise ona göre sakindim. belki de hissizleştiğimdendi. her ne kadar ev dışında belalı biri olsam da, ben de sıradandım. tıpkı tanrı'nın bizi en başından yaratmış olduğu gibi, kalplerimizdeki kötülük dışında birbirimize üstünlüğümüzün olmadığı gibi.

ev dışında belalı biri olduğumu söylemiştim. bilseydim kızıp söylemek istediklerimi tanımadıklarımdan değil de, kendimden çıkarırdım. müdürün gerilimle dolup taşan odasında duvarları incelemeye başladığımda anlıyordum bunu. içi boş uyarılarını defalarca sunduğu hâlde dinlememiş oluşumun pişmanlığı alnımdan boncuk boncuk çıkıyordu. korkudan ellerimin titrediğini bile hissediyordum ama dışımdan baksanız, muhtemelen hissizleşmiş birini görürdünüz. baskı altında yetişmiş her çocuk, genç, belki de şimdiki zamanın yetişkinleri, hislerini gösteremeyecekti bu yüzden. onlar da hissizleşecekti benim gibi. er yada geç.

belki de baskı adı altında yaşananlar konusunda bilgisiz kalıyoruz ve yaşananlar küçük geliyor gözümüze. hâlbuki yüzyıllardır olan bir şeydi, insanoğlunun en acınası noktasıydı bu. baskının oluşma sebebi ise kendilerinin kabul edemedikleri gerçekleri, başkaları tarafından kabul edildiğini görmeleriydi. şeytan kesilirlerdi masum kalplerin başına. tanrı'nın şeytana yetkisini bile vermediği kötülükleri yapacak kadar kötülerdi. şu an müdürün odasında gergin bir şekilde bekleyen ben de, diğer insanlardan farksızdım.

"lee felix, okuldan atıldın."

karşımda duran orta yaşlı müdür bunca zaman bunu söylemeyi beklemişti sanki. ellerimi saçlarımın arasından geçirdim bütün stresimi atabilmeyi umarak. saygısızlığım diz boyuydu, karşı gelebilecek yüzüm bile yoktu. çıkabileceğimi söylediği an arkama bakmadan bu gerilimi terk etmek istedim. takıldığım nokta okuldan atılmam değildi. bu okulun içindeki insanlar da değildi. gençliğime acıyordum ve takıldığım tek nokta buydu. belki tekrar okula gidemeyecektim bile, ailemin sahip olduğu saygınlığı yerin dibine indirmiştim günden güne.

hızlı adımlarımın sonunda okulun dışında bulmuştum kendimi. okuldan kaçmak isteyip yapamadığım zamanlar kafa dinlemek için geldiğim arka bahçeye baktım. yüzlerini görmek istemediğim insanlara baktım. bu onları son kez görüşümdü.

adımlarımı eve doğru yönlendirmeye başladım umutsuzca. ruhuma bakınca umutsuzluğun uçsuz bucaksız karanlığını görüyordum yalnızca. rüzgârın esintisi hafif bir sarhoşluk katıyor bana, düşüncelerim dokunamayacağım kadar uzağa gidiyor sanki. ellerim kızarıyor soğuktan ve ben ilk kez umursamıyorum. bedenim yalpalıyor, adımlarımı düzgün atamıyordum belki de. buna rağmen umursamadan eve gitmeye çalışıyorum.

eve yaklaştığım an gözlerim yaşlarla doluyor. ne yapacağım, ne diyeceğim diye düşünürken yolun ortasında donup kaldığımı fark ediyordum en sonunda. "sakin ol felix... hiçbir şey olmayacak." dedim kendi kendime. bir süre kalp atışlarıma odaklandım insanların geçmediği sokakta. gülümsedim. yanaklarım acıyordu gülümserken. sahi, en son ne zaman gülümsemiştim ki ben?

uzunca gülümseyemedim. rüzgârın alıp götürdüğü düşünceler şimdi birer birer aklıma üşüşüyor ve delirecekmiş gibi hissediyordum. evin kapısına ulaştığımda yavaşça zile bastım. nefesimi tuttum çocuk gibi. 19. yaşımda çocukluğumu aramak istemiştim bir anlığına. yalnızca bir anlıktı; biliyordum ki masum kalplerin kirletilmesi çocukluğumuzda da mümkündü. o zaman içimizde bir şeyler ölürdü mesela. belki çocukluğumuz, belki de ruhumuz...

sokakta geçen küçük bir kız çocuğu gördüm evimin kapısı bana açılmadan önce. annesi ve babası ellerinden tutuyor, o ise kahkahalarla gülüyordu. annesi kızının elini bırakıyordu cüzdanına uzanmak için. babası ise bunu fırsat görmüş gibi kucağına alıyordu. öpüyordu kızını. gıdıklıyordu, kahkaha sesleri artıyordu. sol gözümden bir damla yaş akıp gitti. bir kere öpmemişlerdi yanaklarımdan, gülmem için gıdıklamamışlardı. ve ben tekrar görmeyeceğim kız çocuğu için; çok mutlu olmasını diledim. o sırada kapının gıcırdama sesini duyarak yanağımı silerek burnumu çekmiştim. kalbim sızlıyordu. ne zaman birinin mutluluğunu görsem hıçkırarak ağlamak istiyordum. hissizleştiğim düşüncesi aklımda eriyip gidiyordu bu yüzden. hâlâ canım yanıyordu ilk günkü gibi. hiç görmek istemediğim bakışlarla karşılaşıyordum, tek bir duyguyu sezdirmeyen; duygusuz bakışlar.

sıcak bir ev her zaman yeterli olmuyordu mutluluk için. bazen çatısı olmasına rağmen korkunç rüzgarlar esebiliyordu ev dediğimiz tuğla yığınında. ve ben çok üşüyordum burada...




the loneliestDove le storie prendono vita. Scoprilo ora