1.8

12 7 0
                                    









yüzümü nazik bir ışıkla aydınlatan sabah güneşiyle uyanmıştım. o an, beni saran sıcaklık ve koruyucu kolların jisung'a ait olduğunu hissettim. yavaşça gözlerimi açtığımda, onun yüzü, huzurun tablosuydu adeta. saçlarının arasına kondurduğum öpücüklerin ardından dikkatlice kollarının arasından geri çekilmiştim. bedenini battaniyeyle sarıp sarmalamıştım bebek gibi. mutfağa yönlendirdim adımlarımı, sert bir kahve yaptım düşüncelerime dalarken bana eşlik etmesi için. balkona aldığımız salıncağa oturdum. babamın dokunuşlarını hatırladıkça cildim kaşınıyor ve o kızarıklıklar bana geri dönüyordu. düşünmek bir hastalıktı. ben bu hastalığı tam şu an bırakmak istiyordum.

gözlerimden yaşlar süzülmeye başlamıştı. bedenimdeki acı mı, ruhumdaki acı mı ağır basıyordu bilmiyordum. tek hissedebildiğim canımın yandığıydı. gözyaşlarımı sildim, yüzümdeki alerji, veyahut bu hastalık her neyse canımı yakmaya devam etti bu süreçte. elimdeki kahveyi içtim. uykumu açmasını istediğim kadar acımı bitirmesini de istiyordum. çocuk gibi rüyalarda yaşamaya çalışıyordum sanki. bir kahvenin beni iyileştireceğine medet umuyordum. alaycı bir gülümseme takınarak bir yudum daha aldım kahvemden. etrafta kuşlar şarkılarını söylerken peşimi bırakmayan hüzünle içtim kahvemi.

gözyaşlarımı her ne kadar silsem de yanaklarımı ıslatmaya devam ediyorlardı. pes ederek ayağa kalktım. jisung'ın kokusunun sinmiş olduğu hırkalarından birini üzerime giymemin ardından telefonumu alarak -sessizce- evden çıktım. rüzgar saçlarımı okşarken nereye gittiğimi bilmeyerek yürümeye başladım. adımlarım beni güzel bir sahile yönlendirdi. kumların üzerine oturup dalgaları seyrettim, denizin kokusu ciğerlerimi ferahlatırken kirletilmiş ruhumun temizlendiğini hissettim burada.

ne kadar süre geçmişti bilmiyordum. hoş, saate bile bakmamıştım. telefonumu çıkardım. saat sekizi gösterirken kız kardeşimi, olivia'yı aradım açması  umuduyla. aramız nasıldı bilmiyordum. bana olan kırgınlıkları geçmiş miydi, yada geçecek miydi? lafla söylediği şeylerin gerçek olup olmadığını bile bilmiyordum. aklım öylesine doluydu ki kendi kız kardeşime bile inanamayacak durumdaydım. hiçbir şey bilmiyordum. eh, pek bir vasfım da yoktu. bir zamanlar nefret ettiğim müziğe, sanata sabitlemiştim kendimi. belki de aşk beni bu yönde etkilemişti. hislerimi ancak bu yollarla aktarabilirdim ve bende bunu yapmayı seçmiştim. bunun dışında kötü bir abiydim, kötü bir sevgili, hatta kötü bir evlat. aldığım her bir nefesten utanıyordum çünkü hak etmediğimin farkındaydım. hayatı yaşamak istiyordum, hayat ise bana şans veriyordu. ben eski felix değildim. güçlü, her şeye göğüs geren felix değildim. aksine korkaktım. buraya gelirken göze aldığım şeyler değiştirmişti beni.

açılan telefonun ardından kız kardeşimin sesini duyduğumda tebessüm yerleşti yüzüme. yanıma gelmesini istedim, tereddüt etmeden kabul etti. nereye gelmesi gerektiğini sordu, nerede olduğumu söyledim. ses tonumdan her şeyi anlamıştı sanki. kapattığımızda telefonu cebime koydum. parmaklarım soğuk sahil kumlarına yönlendi. bazen yüzsüz gibi hissediyordum. olivia için iyi şeyler yapmaya çalışıyordum en kötü şeyleri ona yaşattıktan sonra. "kötü biri olduğumu biliyorsun, cezamı çekmeme izin ver tanrım. güzel nimetlerini hak etmiyorum." mırıltı şeklinde dudaklarımın arasından dökülmüştü cümleler. gözlerimi kırpıştırmıştım, acıyorlardı. ne zaman ağlasam bu acıyla da yüzleşmek zorunda kalıyordum.

arkamdaki kayalıklara yaslanıp gözlerimi kapattım olivia gelene kadar. etraftan gelip geçecek insanlar umrumda değildi. olivia yanıma gelecekken kötü görünmek, canavara benzemek istemiyordum yüzümdeki kızarıklar yüzünden. iyi görünmeliydim. sahte de olsa gülümsemeliydim çünkü bunca olandan sonra onu endişelendirecek yüzüm yoktu. her şeyi mahvedişimin üzerine onu yanıma çağırıp bunaltıcı konuşmalarla canını sıkmak istemiyordum. bencil olma hakkımı çoktan kullanmıştım ve biliyordum ki tekrar bencil olamazdım.
















the loneliestHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin