1.0

18 6 0
                                    









incheon'un sessiz sokakları, hayatımın beklenmeyen bir dönemeçteki geçici duraklarına tanıklık ediyordu. jisung'la beraber bu şehirde, gökyüzünün gri tonları arasında kaybolmuş anılar biriktirme umuduyla yan yana yürüyorduk. ancak, bu kısacık süre içinde planladığımız yurt dışı yolculuğumuz, beklenmedik bir haberle sarsıldı. kız kardeşimin, olivia'nın telefonuyla.

gerçek bir evin içerisinde olduğumu düşünmüştüm şu ana kadar. dört duvarın arasında ilk defa güvende hissediyordum. yurt dışına çıkıp her şeyi geride bırakacağız cümlesi yalana dönüşmüştü, belki de kandırışlara. "beni nasıl tek başıma bırakıp gidebildin?" dedi titreyen sesi. alt dudağımı acımasızca ısırırken jisung'ın yanında bu şekilde duramayacağımı fark ederek yan odaya geçmiş, kapıyı kilitlemiştim. "anlamıyorsun..."

"neden beni tek başıma bıraktığını mı anlamıyorum?"

hıçkırık seslerini duydum dakikalarca. konuşmak istedim, yemin ederim, ben, her türlü acıya karşı dimdik durmaya çalışmıştım. yapamamıştım. kardeşimi korumaya gücüm bile yoktu, hiçbir şeye gücüm yetmiyordu. annemi bile koruyamazdım bu dakikadan sonra. "senden nefret ediyorum!" haykırışıyla gözlerimden yaşlar süzülmeye başlamıştı. kalbimin acıdığını, nefesimin daraldığını hissediyordum. nefret böylesine basit bir duygu olmamalıydı, herkese söyleyebileceğimiz tarzda. belki de en beklemediğim insandan bunu duyduğum için canım yanıyordu. ben de kendimden nefret ediyorum olivia lâkin kaçmak dışında yanlış bir şey yapmadım. sadece senden değil, aile dediğim insanlardan değil, her şeyimden vazgeçiyorum.

burnumu çekerek ıslanmaya başlayan telefon ekranına çevirdim bakışlarımı. bakışlarım öylesine boş, öylesine anlamsızdı ki. "benden nefret etme... canım çok yanıyor olivia, anlamadığın şey bu. aynı evde yaşadığımız hâlde benim neler yaşadığımı aklın almıyor. çocukken de sevdiğin oyunlar gibi kahraman olmaya çalışıyorum. kendimi feda ettiğimin farkında bile değilsin. ben de gitmek istemezdim, seni tek bir an yalnız bırakmak istemezdim. zorundaydım. neden zorunda olduğumu anlayamasan da, en azından, benden nefret etme."

hayat, çatışmaların kıvılcımlarını taşıyan bir destan gibidir. kalbimizin derinliklerinde, kahramanlık ve zayıflık arasında gidip gelen savaşlar yaşanır. gözlerimizdeki parıltı, kendi iç dünyamızın karmaşıklığını dış dünyaya vurmamızı sağlar bir nevi. kahraman, içsel çatışmalara meydan okuyan bir yolcu gibidir. zamanla test edilir, duygusal fırtınalara karşı direnç kazanır mesela. ancak her kahramanın gölgelerle dans ettiği bir an gelir. içsel dünyanın karanlık köşelerinde gizlenen endişeler, onu esir almak ister. kahraman gölgelerle dans ettiği her saniye, her dakika daha çok kapılır endişe dolu okyanusta. karanlık her bir zerresine işler. bazen dimdik duramaz kahraman. dizlerinin üzerine düşer, kaybediyorum der kendisine. kazanmak avuçlarının arasına yerleştirilmiş bir lütuf iken, endişe dolu okyanusa kapılıp sürüklenir nereye gideceğinin bilinçsizliğiyle.

ben de kahramandım. gölgelerle dans etmiş, dizlerimin üzerine çöküp kaybedeceğimi haykırmıştım tıpkı onun benden nefret edişini haykırdığı gibi. okyanusa dalmıştım. bilmediğim okyanustu bu, aşk okyanusu. nasıl yüzeceğimi bilmeden çırpınıyordum fakat hayat her seferinde hassas noktamdan vuruyordu beni. kız kardeşimin öfkesine karşı çaresiz kaldığımda, gerçek bir kahramanın ne demek olduğunu sorguluyordum öylece.

"senden nefret etmek kolay mı sanıyorsun? gittiğinde her yerde seni aradım. mesaj attım, anneme sordum, okuluna bile gittim. gidersen en azından bana haber verirsin sanmıştım ama sen haber vermeyi bile çok gördün bana." ellerimi saçlarımın arasından geçirerek derin bir nefes almıştım. canım öylesine yanıyordu ki. bunları ona yaşatmak son isteğim bile değildi. mecburdum, kaçıp gitmeliydim. sanki kendimi kaybetmiştim koskoca dünyada. olmak istemediklerime dönüşüyordum. her şeyin olmak istemediğine dönüştüğü bu dünyada ben de, diğer insanlardan farksız birine dönüşüyordum.














the loneliestHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin