0.5

39 11 0
                                    



evin içerisine girdiğimde ürpermiştim istemsizce. bana sarılışı bile gerçek hissettirmiyordu. buna rağmen defalarca ona sarılmak istemiştim şefkat dolu sıcaklığın yüreğimi ısıtması için. odama doğru ilerlemiştim yavaş adımlarla. kapıyı açmamla burnuma gelen sigara kokusuyla kaşlarımı çatmıştım. annem bu kokuyu fark etmesin diye kapıyı kapatmıştım hışımla. hatta, kilitlemiştim.

"ne yapıyorsun sen?" olivia elindeki sigarasıyla ne yapacağını bilemez hâlde bana bakmıştı. sinirlenmiştim, alnımı ovuşturmaya başlamıştım. şu an ona kızmak istesem de tek kelime edemeyecektim. burnunu çekerek başını eğmişti. "sigara içmek için yaşımın küçük olduğunu biliyorum ama bunca stresle mücadele edemiyorum senin gibi." kurduğu cümle bir kez daha kaşlarımın çatılmasına sebep olurken elindeki sigarayı alarak söndürmüştüm.

"stresle mücadele edemiyorsun diye sigaraya sığınmak zorunda değilsin." dedim sert bir şekilde. derin bir iç çekerek beni yanına çekiştirip sıkıca sarıldı. dudaklarının arasından hıçkırıklar dökülmeye başladığında anlamıştım ağladığını. saçlarını okşadım onu sakinleştirmek için. "ağlama..." sanki kurduğum cümle aklındaki bütün düşünceleri çürütmüş, bunun sonucunda gözyaşları süzülüyordu yanaklarından. kollarımı onun bedeninden ayırdığımda gülümsedim burukça.

"tekrar sigara içmek yok, söz mü?"

"söz."

burnunu çekip dudaklarını büzerken bebek gibi görünmüştü gözüme. daha çok çalışıp çabalamam gerektiğini fark ettim. bu evde yaşamaya devam ettiğimiz sürece gözyaşları yanaklarımızdan eksik olmayacaktı. şu an gözyaşları içinde kendisini yorganın arasına hapseden kızı sadece ben kurtarabilirdim. peki beni kim kurtaracaktı?

bu soruyu kendime sorunca çoğu zaman yanıtsız kalıyordu. düşünmek istememiş, başımı iki yana sallamıştım. odanın içindeki koku gitsin diye camı açtım. ellerimi saçlarımın arasından geçirdim, görüş açıma telefonum girdiği an elime aldım telefonu. her seferinde jisung'tan aldığım mesajlar karşılardı beni. bu sefer bildirimlerim tamamen boştu. parmaklarım onunla olan mesaj sayfama girdiğinde yazışmalarımızı okudum saatlerce.

derin bir iç çektim geçen saatlerin sonunda. gözlerim telefon ekranına bakmaktan ağrıyor, her bir mesajını yıldızlamaktan telefonum donmaya başlıyordu. kısa süreli bir uykuya dalmak istedim çalışma masamın başına geçerken. rahat olmasa da okul ortamını yaratmaya çalışmıştım kendime. başımı kollarımın arasına gömerek gözlerimi kapatmıştım. jisung'ın yazdığı mesajların arkasında saklanan o sevgiyi şimdi daha iyi anlıyordum. sevgi denilen bir şey vardı. senelerce ölü gibi yaşadığımı jisung'ın sevgisinde hayat bularak öğrenmiştim. ondan saklamaya çalıştığım onlarca şey yüzünden onu kaybediyordum. dur diyemiyordum, beni durduran neydi bilmiyordum bile.

art arda çalan kapının zil sesini duydum. nefesim kesilmeye başladı. korkuyordum. korkunun zifiri karanlığı zihnimin her zerresine ulaşırken nefesimi düzene sokmaya çalışmıştım. konuşma sesleri vardı kapının dışında. anlayamıyordum. sanki korkudan her şeyi unutmuştum. "felix... felix nerede?" sesi kulaklarımı doldururken odanın dışına atmıştım kendimi anında. anneme zarar vermesinden korkmuştum, benim yüzümden o zarar görmemeliydi. tanrım... omuzlarımda yüzlerce, binlerce yük var. ne zaman kurtaracaksın beni bu cehennemden?

üzerindeki alkol kokusu suratımı buruşturmama neden oldu. annem çaresiz bir şekilde bana bakıyordu. odamdan çıkmamam gerektiğini söylemek ister gibi. umrumda değildi. yeteri kadar acı çekiyordum, bunca acı hissizleştiriyordu beni. babamın gözlerimin içine bakarak sırıtmasıyla aklımdan milyonlarca olasılık geçmişti. "yatak odasına geç." annemin yüzüne baktım yutkunarak. tam dudaklarını aralayıp onu durduracakken babam söze girdi ondan önce. "annene bakıp durma! ne diyorsam onu yap, siktiğimin odasına git ve bekle." yatak odasına geçmiştim. annesinin vazosunu kıran çocuklar gibi duvar kenarında, ayakta öylece dikiliyordum. kalbim korkudan çok hızlı atıyordu. yerinden çıkacaktı resmen, hissediyordum. gözlerimi kapattım, jisung'ı hayal ettim. her zaman hayallerimi süslemiş olan güzel oğlanı.

kapının açıldığını duyduğumda gözlerimi açmıştım. bana bakıyordu, baktığı her saniye sırıtışı daha çok genişliyordu. yanıma yaklaştı. bana vurmasın diye kendimi savunmaya çalışırken bileklerimden kavradı. "baba, lütfen beni bırak.." dedim titreyen sesimle. diğer eliyle çenemden kavradığında tekrar gözlerimi kapatmıştım.

"baba..."

bedenimin her noktasına değen elleri, ruhumu kirleten izler bırakmaya meyilliydi. her zaman dövmesin diye uğraşan ben bu sefer beni dövmesi için yalvardım. annemin adıyla bana seslenip kıkırdamaları... kâbus olmuştu o gece bana. keşke bir kez bencil davransaydım, uyusaydım dedim kendime defalarca. acıyordu. ruhum acıyordu, bedenim, daha da önemlisi; kalbim acıyordu. yanaklarımı ıslatan gözyaşları durmaksızın yüzümden süzülürken hıçkırıklarım da eşlik etmişti bu ana.

içimde bir şeylerin öldüğü gündü. ruhum ölmüştü. ben ölmüştüm. duygularım, duygularım! onlar da ölmüştü. jisung'ı düşleyemiyordum bile. onu düşledikçe daha çok canım yanıyordu. nasıl bakacaktım onun yüzüne? bakamayacaktım, kimsenin yüzüne bakamayacaktım.

kirlenmişti ruhum,

kirletilmişti.





the loneliestWhere stories live. Discover now