6- Yeşil Yalanlar

167 60 9
                                    



10 Şubat 2099

Alean İmparatorluğu, E Bölgesi

Leş Yığını

Radyasyon:%18.5

Kan ve çürümüş et kokusunun birbirine karışıp hep aynı yerde dolanıp duran eski rüzgarlarla birlikte tekrarlanıp durdukları soğuk kayalıklar vadisinde canlı insan yaşamazdı. Ölü cesetlerin evcilik oynayıp, ruhlarında kalmış bölük pörçük anıları anlattığı küçük yığınlar uzaktan bakıldığında beyaz tepecikler gibi gözüküyor; tıpkı dünyanın yaratıldığı günden bugüne insanoğlunun elinde toz olmadan gelmiş bilge kayalar kadar çok şey biliyordu. Aleian dışındaki tüm ülke ve devletlerin tek bayrak altında toplanmış yenilgisiydi Leş Yığını. Tabii düşünceler rüzgara karışınca geriye sadece yenilgi, leş ve bayrak kalıyordu.

"Burası kokuyor." diye fısıldadı küçük çocuk annesine. Kara çamurla tamamen kapanmış yüzünde masmavi parıldayan gözleri yeni doğmuş bebeğinki kadar masumdu.

"Eğer böyle kokmak istemiyorsan yürü." Çocuğu itti. "Bayan Choan'ı bulmamız lazım. O Taktik Departmanı'nın yardımcısı. O bize ev ve yemek verir."

"Ve su." dedi çocuk. "Susadım!" Annesinin sarsak adımları ile birlikte ilk yığının yanından geçtiler. Çocuk bir anda ölülerin inlediğini duydu, daha sonra bunu düşününce kendisini duyduğunu sandığına ikna edecekti, çünkü ölüler inlemez.

"Oğlum," dedi annesi boğuk bir sesle. "Şuradaki yığın ne renk?" Eliyle en uzaktaki tepeciği işaret etti.

"Kırmızı." diye cevapladı daha altı yaşında olan çocuk. Berkcan amcanın öğrettiklerini kullanarak akıl yürütmeye çalıştı. "Sanırım bunlar yeni ölüler; kanları daha kurumamış olmalı."

"Yeniden bak, başka hangi renkleri görüyorsun?" Çocuk gözlerini kıstı.

"Yeşil. Çok parlak yeşil. Bir cesedin üzerindeki mücevherler parlıyor sanırım." Kadın sevinçle inledi. "Koş ve bana mücevherleri getir, onları satabiliriz!"

"Ama anne, bir pisliğin üzerinde gerçek taş bulunmaz ki!"

"Bir aylık ekmeğimizi çıkaracak kadar bulunur ama, koş dedim!"

Küçük çocuk en sona kadar koştu ve yeşil mücevheri aldı. Kadın onu bir daha asla göremedi.

-

"Çok yol geldim." dedi genç adam. "Burada olduğunu biliyorum." Hancı adamın dirsekleri yırtılmış takım elbisesini, özenle kesilmiş ancak şu anda dağınık saçlarına ve bebeksi masum yüzüne baktı.

"Senin gibi birinin burada ne aradığı hakkında hiçbir fikrim yok, evlat." dedi. "Ama aradığın kadın burada değil."

"Nerede olduğunu biliyorsunuz." Konuşmasındaki resmilik ve kibarlık herkesi içten içe güldürse de kimse bir şey demedi.

"Evet, biliyorum." Hancı gülümsedi ve eliyle kapıyı işaret etti. "Sağdan gidersen eski Adapaşa Mezarlığı'na varırsın. Şu anda orası dev gibi bir çukur; ölüleri yakıyorlar. Dinimize aykırı tabii, ama yerimiz yok. Eğer küllerini bulabilirsen bana haber ver." Genç adam korku dolu gözlerle etrafına bakındı.

"Yalan söylüyorsun."

"Sana yalan borcum yok evlat." Genç birkaç adım geriledi.

"Kimsin sen oğul? Ne işin var buralarda?" Tek kişilik masalardan birine sinmiş olan kır saçlı, yavaşça kırışmaya başlamış yüzünde bir kıl sakal olmayan adamın sorusuyla herkes onaylarcasına gence baktı. Çocuk başını eğdi ve tek bir kelime daha söylemeden hanı terk etti.

Dışarıda hava soğuktu; nefesini dışarı verince oluşan sıcak havayı izlerken dışarıda onu bekleyen Chin'i tamamen unuttuğunu fark etti.

"Bulabildin mi?" Kadın sıkılmış gözüküyordu; uğradıkları bilmem kaçıncı yerdi ve kimse annesini tanımamıştı.

"Tanıyorlar ama nerede olduğunu bilmiyorlar." diye yalan söyledi; çünkü ona yalan söylenildiğini biliyordu ve berbat hissediyordu. Chin ona kaçamak bir bakış fırlattı ve matarasından büyük bir yudum içti.

"Ainsley." Genç adam kadına değil matarasına bakıyordu. "Sen dönebilirsin. Üç ay oldu."

"Üç ay oldu." diye tekrarladı Ain. "Otuz gün ve işinden atılacaksın. Başardığın her şey artık var olmayan bir kadının küllerini ararken yok olacak. Yankı, bence dönmen lazım." Yankı cevap vermedi.

"Tamam," Kadın sessizce diğer çantayı da eline aldı. "Haklısın. Sen istediğini yap, ben geri döneceğim." Ain'in ayak sesleri de kadının suileti ile birlikte soluklaşarak gittikçe kaybolurken Yankı sessizce rüzgara fısıldadı.

"Pislikler gerçek taş takmazlar, anneciğim."

--

20 Şubat 2016

Türkiye

Eskişehir'de Bir Yer

Çarşının tam ortasındaki küçük ve sıradan apartmanda yaşamak kadar normal bir şey yoktu. Ve çileli. Önce beş-altı farklı camiden aynı anda okunmaya başlayan ezana, sonra da seslerinin gürlüklerini asla kaybetmeyecekmiş gibi gözüken simitçilerin bitmek bilmeyen bağırışlarına ve en sonunda da Büyükanne Kösem'in antika çalar saatine uyanınca insanın keyfi kahvesinin ilk yudumunu alana kadar yerine gelmiyordu.

Büyükanne Kösem'in çalar saati o gün çalmamıştı. Bu kadın öldüğü için filan değildi, ki kimse bunu hayal bile edemiyordu, sadece o gece kimsenin uyandırılmaya ihtiyacı olmamıştı. On yıl boyunca akrabaları tarafından olabildiği kadar çok şımartılacak olan el bebek gül bebeğin başına toplanmıştı herkes.

"Doğuştan ticaret ruhu var kızımda." demişti babası bebek annesine yüz buruşturup sütü emmeye başlayınca gülümsediğinde.

"Kesin çok güçlü, baksanıza nasıl tutuyor annesinin elini!" demişti Büyükanne Kösem gururla.

"Burası kokuyor!" demişti beş yaşındaki ablası, ki en gerçekçi olanın da o olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Sonra bu çocuk büyümüş ve anavatanını çok büyük umutlar içinde terk etmişti. Kızı çok büyük yerlere gelmiş ve çocuklarını en iyisi olmaları için hazırlamıştı, tabii savaşı ve savaşın getireceklerini kimse hesaba katmamıştı.

Bugün; babasının yabancı olmasının bir suç olmadığı dönemlerde doğmuş olan bu kadının, torununun babası gibilerin leşlerini temizlediğini görecek kadar uzun yaşamadığı için çok mutluyuz.

24.12.14Tempat cerita menjadi hidup. Temukan sekarang