1. Bölüm

736 36 5
                                    

Hikayenin ilk bölümü. Umarım seversiniz. Yorumlara açığım.

***********************************************************************

İnsanlar bir deniz ülkesi olan Amaria'ya vardıklarında sularda deniz insanları yaşıyordu. Suyla birlikte toprağı da sahiplenmişlerdi. Yürüyemedikleri, üzerinde hayatta kalamadıkları toprağı..."

"İnsanlar barışçıldı. Toprağı paylaşmayı, birlikte kullanmayı önerdiler. Ama deniz insanları bencil ve cimriydi. Gidecek bir yeri olmayan bu insanlarla kullanmadıkları toprağı paylaşmak istemediler."

"Toprağı paylaşmak istemeyen deniz insanları saldırdı. Bu büyük kısmı sularda geçen bir savaştı. Zorunlu kalan insanlar cesurca savaştılar ve deniz insanlarını yenip toprağı aldılar. Kral insanlardan geriye kalan deniz insanlarını avlamalarını istedi. Bu barbar canlılar krallığın huzurunu ve güvenliğini tehtit ediyorlardı."

"Cesur şövalyeler ve yetenekli avcılar bir kaç yıl boyunca uğraştı. Ama sonunda Amaria'nın denizi bu çirkin yaratıklardan temizlenmişti.deniz insanlarının hepsi avlanmıştı."

"Deniz insanlarının artık bu sularda yaşamamasına rağmen Amarialılar hep tedbirli oldular. Asla denizde gereğinden fazla vakit geçirmediler, fazla avlanmadılar veya denizden gelen ürünleri fazla kullanmadılar."

Kitabın yan sayfasında bir de resim vardı. Parlak zırhlı bir şövalye bir deniz adamının kalbine kılıç saplıyordu. Deniz adamı hikayelerdeki gibi çirkindi. Bir deri bir kemik vücudundaki kemikler çıkmıştı. Teni tuhaf, ölü, grimsi bir renge sahipti. Uzun kuyruğu bir balığınkini gibi, rengiyse çamurlu kötü bir yeşildi. İskeletimsi yüzünü çevreleyen zayıf, ince saçları yoluk ve ölü bir kahverengiydi. Açık ağzındaki, köpekbalıklarınınkileri andıran sivri dişlerini görmek mümkündü. İrisleri ve göz bebekleri olmayan, hastalıklı bir beyaza bürünmüş gözleri çöküktü.

Deniz insanlarına yapılan bu davranış kulağa ne kadar katliam gibi gelse de ( ki aralarında masumların da bulunabileceği bir toplumu tamamen yok etmek kesinlikle katliam gibi geliyor) işin aslı öyle değildi. Bu yaratıklar sadece çirkin olmakla kalmıyordu. Bencil, cimri, vahşi, barbar ruhlara sahiplerdi. Tabii eğer bir ruhları varsa. Ayrıca sevgiden yoksunlardı. Sevemezlerdi. Barışçıl değillerdi. Sadece kavga eder, yaralar, öldürür ve yok ederlerdi.

Bana bunları doğduğum günden beri öğretiyorlardı. Amaria'nın prensesi Lucinda olarak bana hep denizden korkmam öğretilmişti. Bir gün kraliçe olacaktım ve halkımızın nereden geldiğini, nasıl bu topraklara yerleştiğini herkesten iyi bilmeliydim.

Kitabı kapattım. Amatia'nın tarihini anlatan bir kitaptı. Aynı zamanda yaklaşık üç yüz-dört yüz yıl önce kökünü kuruttuğumuz deniz insanlarıyla ilgili bilgi içeren tek kitaptı başka bir kaç kitapta daha geçiyorlardı ama en çok ve en detaylı bilgi bundaydı.

Denizden çoğunlukla uzak durmuştum. Bana öğretilenleri aklımda tutmuş, bana söylenenleri yerine getirmiş, uslu küçük bir prenses olmuştum. Her şeye rağmen neden denizden hala bu kadar korktuğumuzu, neden korkmamız gerektiğini anlayamıyordum. Deniz insanlarını öldürmüştük, hem de hepsini. Bazen, bir tanesinin etrafta dolandığına dair söylentiler olurdu ama bunlar hep sarhoş denizcilerin uydurduğu masallardı. Denizde hala korkacak ne kalmıştı ki?

Zaten benim denizden ve içinde ne varsa ondan korkacak zamanım yoktu. Benim kendi korkularım vardı. Şu anda en büyüğü de bu ayın sonundaki doğum günümdü.

Doğum günümde on sekizime basacaktım. Böylece tahta oturabilecek yaşa gelecektim. Bir diğer anlamı daha vardı, beni korkutan anlamı. Büyük bir parti verilecekti. Halk tarafından da kutlanılacak olmasına rağmen asıl olay kalede gerçekleşecekti. Amaria'nın görkemli, taştan kalesinde doğum günüm adına bir parti verilecekti. Katılım hep üst sınıflardan olacaktı. Lordlar, zenginler (tüccarlar, arsa sahipleri, çok çalışanı olan kuruluş sahipleri...), profesörler, konseydekiler (ülke yönetiminde kral ve kraliçeye yardımcı olur fikir verirler ama iş hep kral ve kraliçede biter) ve hatta başka ülkelerden soylular gelecekti. Benim yaşlarımda, bana uygun gördükleri bir oğulları varsa onu da getirecek ve benimle tanıştıracaklardı. Ben bu oğlanlardan birini seçecek ve onunla evlenecektim. Düğün doğum günümden bir ay sonra gerçekleşecekti.

Annemle (kraliçe ve babam yani kral öldüğü için ülkeyi yöneten kişiyle) bu konuyu konuşmuştum. Annem komşu ülkemiz olan Olympia'nın prensi William'la evlenmemi uygun buluyordu.

Olympia'nın denize kıyısı yoktu fakat bir sürü dağı vardı. Onlar dağlardan çıkan taş, metal, mineral gibi şeylerden bize verirlerdi. Karşılığında biz de onlara balık, yengeç, ıstakoz, karides, yosun, inci, denizde bulunan mineral ve kayalar gibi şeyleri gönderirdik. Komşu ülkeler arasında en çok ticari ilişkisi olanlar Olympia ve Amaria'ydı.

Olympia'yla siyasi ilişkilerimiz fena değildi. Yine de anneme göre birbirine bu kadar yakın ve bu kadar çok ticari ilişkisi olan iki ülkenin bağlılığını güçlendirmede benim evliliğim oldukça etkili olabilirdi. Sonuçta Olympia'nın bize, bizim de Olympia'ya ihtiyacımız vardı. Orada olmayan şeylere sahiptik ama onlar da bizde olmayan şeylere sahipti.

AmariaWhere stories live. Discover now