11. Bölüm

363 22 0
                                    

Bir süredir yeni bölüm yayımlayamadığım için özür dilerim. Biliyorum bu bölüm de aşırı uzun falan değil, belki de beklettiğime değmemiştir ama son zamanlarda çok doluyum ve yeni bölümler yazmak çok zor.

Ayrıca geçen bölüm ufak bir detaydan bahsetmeyi atladım. Execratus Google Translete'e göre (ki her ne kadar berbat olsa da Latin dillerini, özellikle de Fransızca'yı şaşırtıcı derecede iyi çeviriyor) İngilizce-Latince çeviriminde cursed yani lanetli anlamına geliyor.

Bu arada hikayeyi hızlandırmaya karar verdim, her güne ve geceye ayrı bölüm yazarsam sıkıcı ve fazla uzun olur. Umarım bu zamanda atlama sorun olmaz.

Hikayemin on birinci bölümü...

******************************************************************************

Bir hafta boyunca mavi-yeşil renklerdeki, geceleri parıltısı güçlenen gümüşi ışıltılar saçan deniz minaresini boynumda taşıdım. Aidan'ı son gördüğümden beri bir hafta olmuştu. Beni yoran, her saniyesi uyduruk konsey toplantılarıyla, daha da uyduruk derslerle ya da misafirler ve adaylarla ilgilenmekle geçen berbat bir hafta. Bütün bunların arasında değil Aidan'la buluşacak zaman, soluklanmak için bile zar zor vakit buldum. Tek iyi tarafı bütün bir hafta boyunca tuhaf hiçbir rüya ya da kabus göremeyecek kadar yorulup, inanılmaz derecede derin uykulara dalmamdı. Gerçi bu da tuhaftı çünkü normalde en ufak seste bile uyanabilecek kadar hafif bir kuş uykusuna sahiptim. Ama yorgunluk insanlara neler yaptırıyordu!

Bir hafta boyunca Aidan'ı görmemek onun hakkında normalden daha fazla düşünmeme sebep olmuştu. En ufak bir boşluk bulduğunda aklım onun iyi olup olmadığını, şu anda nerede olabileceğini, ne yapıyor olabileceğini, onun da beni düşünüp düşünmediğini, benden haber almayı bekleyip beklemediğini düşünüp duruyordu. Onu merak ediyordum. Onu yeniden görmeyi, onunla konuşabilmeyi, onunla birlikte gülebilmeyi istiyordum. Düşüncelerimde çoğunlukla o vardı ve bu dikkatimi dağıtıyor, beni bilinçaltımdaki o diğer dünyaya çekiyordu. En kötüsü de Aidan'a dair düşüncelerim gerçek Aidan'ın aksine kısa bir süre kalıp ardından hemen ortadan kaybolmuyordu.

Bir hafta boyunca düşüncelerim hep farklı yerlerde, çoğunlukla Aidan'laydı. Nerede olduğumun, ne yaptığımın, çevremde kimlerin olduğunun çoğu zaman farkında değildim. Etrafımda olup bitenlerden haberim yoktu. İnsanlar benimle konuştuğunda, bana soru sorduğunda cevap veremiyor, her şeyi tekrarlattırıyor ve aptal durumuna düşüyordum. Bu dalgı hallerim elbette annemin gözünden kaçmıyordu.

Bu öğleden sonra annem beni kendisiyle özel olarak görüşmem için çalışma odasına çağırdı. Duvarda kitaplıkların, yerde ayı postu halının, önünde iki kadife koltuğun bulunduğu devasa oyma meşeden masanın ve bir tahtı andıran sandalyenin olduğu bu oda annemin bireysel çalışma odasıydı. Kendi işlerini, projelerini ve yalnızca kraliçeyi ilgilendiren işlerin hepsini bu odada yapardı. Ben de buraya sadece annemle çok ciddi şeyleri konuşmak için ya da başım cidden büyük belada olduğunda çağrılırdım. Kısacası o kadar da fazla geldiğim bir yer değildi. Yine de bütün bu düğün, aday ve doğum günü meselesini adayların kaleye varışından sadece bir kaç gün önce, ilk kez bu odada öğrenmiştim. Sadece başım beladayken ceza aldığım ya da evlenmem gerektiği gibi berbat haberleri öğrenmek için çağrıldığım bu odada pek de iyi anılarım yoktu.

Ağır tahtadan kapıyı tıklattım. Annem içeriden seslendi. "Girin." Kapıyı araladım. Çok fazla açmadan geçebileceğim bir boşluktan içeri girip kapıyı arkamdan kapattım. "Beni görmek istemişsin anne." Masanın arkasındaki bir tahtı andıran sandalyesinden kalktı. "Lucinda, gelmene çok sevindim. Neden oturmuyorsun?"

AmariaWhere stories live. Discover now