15

486 71 114
                                    

Medya||So Good - Warpaint


Rüyamda yıkılmış iki krallık gördüm.

Birincisi tanıdıktı. Merkezde bulunan meydandaki yanan evlerin odun duvarlarından yükselen acımasız çıtırtılar dışında hiçbir ses yoktu; ne bir çığlık, ne bir inleme, ne bir lanet. Her şey bomboş ve korkunçtu, tek bir bakış, koca krallığı düşüşe sürükleyen şeyin, tıpkı çaresi olmayan, ölümcül bir hastalık gibi, musibet misali yayıldığını anlamaya yeterdi.

Krallığın musibeti de meydanın tam ortasında duruyordu; duruşu dik ve zarifti, yangından korkmadığını anlamak için medyum olmak gerekmezdi. Üzerindeki bir zamanlar onur gibi, masumiyet gibi, dürüstlük gibi bir beyazı konuk eden kıyafetlerin her bir zerresi kanla boyanmıştı; öyle ki orijinal renginin kırmızı olduğunu düşünürdünüz. Hiçbir parıltıyı hoş görmeyen simsiyah gözleri gökyüzündeydi, kara bulutlardan, günahlarını yıkamasını sağlayacak yağmuru arzular gibi bir hali vardı. Ama bilmiyordu. Annesini, babasını, bütün halkını öldürmüştü.

Kaç ömür yaşarsa yaşasın, o günahları yıkayacak bir yağmura denk gelemezdi.

İkinci krallık sahipsizdi; halkının cansız bedenleri yerde sonsuzluğa gidiyormuş gibi uzanırken yeni yeni yükselmeye başlayan güneş, çimenlerin arasından usulca süzülen kan gölüne, sanki yeterince korkunç değilmiş gibi ışıltılar yerleştiriyordu; öyle ki yeterince uzun baksaydınız bu görüntüye şayet, açılmış kızıl karanfilleri görebilirdiniz. Onlarca, yüzlerce, binlerce insan, o ölümcül karanfillerin merkezinde yatıyordu, ruhları, öbür dünyaların birinde belki çürümeyi, belki huzuru, belki reenkarnasyonu beklerken.

Krallığa ait hissettim.

İsmini, büyüklüğünü, hükümdarını veya yerini bile bilmiyordum ama yine de oralarda bir yerlerde kendi bedenimi görseydim şaşırmazdım. Bütün o cesetler, sırtıma yüklenmiş gibi ağır hissettim; kesilen her bir nefesin sorumlusu bendim, zayıflığımdı, dünya üzerindeki tek zaafımdı.

Tek zaafım.

Kimseyi dinlememeye, zaman zaman mantığımı kesinlikle umursamamaya, sonunda herkesi ölüme götürecek olsa bile dinmemeye and içen gururum muydu zaafım? Yoksa önüme gelen herkesi tek bir kılıç darbesiyle öldürmeme, kendi krallığımı ateş içinde bırakmama göz yuman öfkem mi?

Neydi benim zaafım? Neydi, iki hayatımı da çöküşe götürmeme neden olan?

Neydi o... Ela gözler..?

Gördüğüm rüyanın etkisiyle zıplayarak uyandım. Bir an nerede olduğumu anlayamadım, kanın yoğun, demirimsi kokusu neredeyse hâlâ burnumdaydı. Yıllar içerisinde bu tarz rüyaları zaman zaman görürdüm, bir süre sonra alışmam gerekiyordu ama insan, en çok korktuğu şeylere asla alışamıyordu.

Gözlerim yere düştüğünde oraya buraya atılmış kıyafetleri görmek, dün gecenin gerçekten yaşandığını anladığım ilk andı. Oysa ne çok korkmuştum, onun, diğerlerinin aksine oldukça büyüleyici ancak bir o kadar da mahvedici bir rüya olmasından. Dudaklarıma minik bir gülümseme yerleşirken sağ tarafıma baktım ve bir kolunu belime atan, bana doğru dönerek uyuyan Chanyeol'ü gördüm. Sıcaklığını hâlâ hissedebiliyordum, bedeni alev alev yanarken tenimde öpmedik yer bırakmamak adına savaşan genç adam, öyle çarpıcı bir güzelliğe sahipti ki dün gecenin her bir dakikasını zihnime işlememek korkunç bir günah olurdu.

Ellerim saçlarında dolaştı. Siyah, mürekkep rengi tutamları nazikçe okşarken dikkatli bir şekilde eğildim ve acımasızca titreyen kirpiklerine tüy kadar hafif bir öpücük bıraktım ancak geri çekilemedim. Dudaklarım, teninden ayrılmayı kesinlikle reddederken aşağı inerek yanağına, dudağının kenarına, burnuna öpücükler kondurdum. Bir kez öpünce, o yumuşacık tenin tadını alınca, içimdeki canavar ortaya çıkmışçasına kendimi tutamıyordum, yine de bacaklarımın arasındaki yapışkan hissi daha fazla yok sayamayacağımı fark ederek dikkatlice ayağa kalkmaya karar verdiğimde, aradan en azından yarım saat geçmiş olmalıydı.

darkOnde histórias criam vida. Descubra agora