Günebakan

130 27 45
                                    

Tıpkı onun daha önce yaptığı gibi iki adımda aramızdaki mesafeyi kapattım ve hemen yanına tezgaha yaslandım. Elimi onunkinin üzerine koyup gülümsedim. Ve onun daha iyi hissetmesini sağlamak için aklıma gelen ilk kelimeleri mırıldandım.

"Her şey daha iyi olacak Mingyu..."

"Her şey daha iyi olacak..."

***

"Hayır..."

"Hayır, Minghao."

"Hiçbir şey iyi olmayacak."

Mingyu, mutfaktaki küçük sohbetimizi sonlandırmadan önce asık suratı ile söylenmiş ve odasında biraz dinlenmek üzere hızlı adımlarla merdivenlere yönelmişti.

Tıpkı Seungcheol'un dediği gibi en ufak bir umuda bile toleransı yoktu. Tüm öfkesinin kaynağı da bu değil miydi zaten ? Umutsuzluk. Hayal kırıklığına uğramaktan o kadar kaçınıyordu ki gözlerini sıkı sıkı yummuş, karanlığa razı geliyordu. Çünkü gözlerini açınca göreceği bir cılız mum ışığının da esintinin birinde kaybolmasından korkuyordu.

Merdivenlerden çıkarken bir şeyler mırıldandığını duyabiliyordum ve az biraz tanıdığım Mingyu'nun da şarkı söylemediğine adım gibi emindim. Hala söyleniyor olmalıydı. Eh, tabii lanet okumaya başlamadıysa. Sonrasında ise Mingyu'nun tüm agresifliğini gözler önüne seren o bilindik kapı çarpışının sesi duyulmuştu. Onu gördüğüm ilk gün yaptığı gibi.

Ben ise mutfakta boş boş durmaktansa biraz temizlik mi yapsam diye düşünmüş ama bu fikrimden hemen vazgeçmiştim. Ev sahibinden izin almadan olmazdı. Mingyu'nun pek umursayacağını düşünmesem de Seungcheol için aynı şeyi söyleyemezdim.

Ağır adımlarla salona doğru yürürken cebimden telefonumu çıkarıp saati kontrol ettim. Öğlene geliyordu. Sanırım birkaç saat daha dursam yeterdi. Sonrasında Hyung'una mesaj atıp Mingyu'nun iyi olduğundan emin olunca kendi evime dönebilirdim. Kalan dakikalarımı da arka bahçede, bana ihtiyacı olan minik bebeklerimle geçirmekte sakınca görmedim ve heyecanla hızlanan adımlarımın beni arka bahçeye götürmesine izin verdim.

Her biri başlarını topraktan çıkarmış rengarenk çiçeklerle dolu adeta bir gökkuşağı tarlasıydı arka bahçe. Daha önce de bahsettiğim gibi alabildiğine uzamış kocaman ağaçlar, daldan dala atlayan sincaplar, kuşlar, böcekler... Doğanın tanıdık kokusunu derin bir nefesle ciğerlerime çekerken gözlerim bahçede gezinmeye devam etti. Duygularını ruhuma bırakan minik papatya geçen sürede biraz daha canlanmış, eskiden kullandığım gizli kapım ise - yıkılmış duvar - hiç değişmemişti.

Birkaç adımda papatyanın yanına geldim, eğildim. Minik yapraklarını parmağımın ucu ile okşadıktan sonra konuştum.

"Teşekkür ederim, o gün beni uyardın. Pek tabii baya geç oldu ben bunu anladığımda ama..." Güldüm ve devam ettim. "Şimdi iyiyim."

Bana gülümsediğini hissedebiliyordum. Bunu anlamak için bedenimi onun ruhuna teslim etmeme de gerek yoktu. Bu garip yetenekle doğmuş olsam da nasıl işliyordu hala anlamış değildim ancak, bu hiçbir şey bilmiyorum demek de değildi.

Bazen sanki bir tür tahmin gibi bitkilerin duygularını ya da düşüncelerini anlayabiliyordum, bazense sanki o bitkiye dönüşüyordum. O anlarda bitki ne düşünürse ben de onu düşünüyor ne hissederse hissediyordum. Ben buna ruhunun bedenime geçmesi diyorum ki bu birkaç gün önce papatyanın korkusunu iliklerime kadar hissettiğimde olan şeydi.

Her biri tıpkı bizler gibiydi özünde. Tamam, belki bu sadece benim hissettiğim bir şeydi ve bir papatya gülümseyemez ya da bir günebakan gece olunca oturup ağlayamazdı. Ama zaten ben de tüm bunların olduğunu söylemiyorum. Yalnızca hislerde, duygularda; belki onların verdiği bambaşka tepkilerin bendeki yansıması olarak gerçekleşiyordu. Bir nevi altıncı his ama biraz daha karışığı.

Papatyamın iyi olduğundan emin olduktan sonra teker teker diğerleri ile ilgilenmeye devam ettim. Son günlerde sık sık yağmur yağdığı için toprakları kuru değildi ve bu arka bahçe günün en güzel saatinde ışık alıyordu. Sanırım minik canların gücü de buradan geliyordu.

"Minghao ?"

Mingyu'nun sesi ile arkama döndüm ve geçen gün gördüğüm depo olarak kullanılan dağınık odanın penceresinden beni izleyen Mingyu ile göz göze geldim. O an, neden mutfağın depodan daha tozlu olduğunu anlamıştım. Mingyu gerçekten de mutfağı daha az kullanıyor olmalıydı.

Bitkilerle ilgilenmeye bir ara verip ayağa kalktım ve pencerenin önüne, Mingyu'nun yanına, yürüdüm. Arka bahçenin her bir noktasını görebilecek, geniş bir pencereydi. Daha önce hiç açık görmemiştim ya da dikkat etmemiştim ama şimdi Mingyu pencereyi sonuna kadar açmış, kollarını dışarı uzatmış, başını da omzuna doğru yaslamıştı.

"Yine ne konuşuyorsun onlarla ?"

Gülümsedi ve gözlerini bahçede gezdirdi. Ben pencerenin önüne gelince ise kollarını önünde birleştirip toparlandı ve bana baktı.

"Bu kadar yalnız mısın cidden?" Dudaklarını büzdü. "Konuşacak kimsen olmadığı için mi bitkilerle sohbet ediyorsun ?"

"Onlar beni anlıyor, ben de onları." Dedim ama asıl konuşmak istediğim konu bu değildi.

Mingyu daha önce, beni bitkilerle ilgilenirken gördüğünü söylemişti. Buraya sık sık uğradığımı da biliyordu ama ben, bunca zamandır hiç izlendiğimi hissetmemiştim ki az önce Mingyu bana seslenmese yine haberim bile olmayacaktı beni izlediğinden. Tüm bunları düşününce aklımı bir soru kurcalayıp duruyordu.

Mingyu bunca zamandır beni mi izliyordu ?

"Ben de seni anlamak isterdim." Dedi. Önemsiz bir şeyden bahsediyormuş gibi omuz silkmişti hemen ardından. "Ama bir insanı anlayacak kadar ne enerjim ne de zamanım yok sanırım. Bir de bahsettiğimiz kişi sensin Minghao..." Abartılı bir şekilde güldü ve devam etti. "Hayatımda gördüğüm en gizemli kişisin sen. Ve ayrıca, hala hayal görmediğime inanıyorum. O konuyu bana bir ara açıklarsın umarım."

"Dene." Dedim.

Kaşları çatılmış, demek istediğim şeyi anlamaya çalışıyordu. Ona yardım edip açıkladım.

"Beni anlamayı dene Mingyu. Daha iyi tanımayı, kalbimi gözlerimden okumayı, üzgün olduğumda ya da sevindiğimde yaptığım alışkanlıkları... Öğrenmeyi ve anlamayı dene."

Gözlerime diktiği gözleri, önünde biriken yaşlara rağmen gülümsüyordu ve daha önce hiç görmediğim kadar parlaktılar.

"Tamam." Dedi ve espiriyle karışık, ekledi:

"Meydan okumanı kabul ediyorum."

Onun bu sözü üzerine güldüm ve umudun sihirli dokunuşunu benim hissettiğim kadar onun da hissetmesini diledim.

İnsanın bir amacı olursa o amaç beraberinde umudu da getirir. Çiçek açmak isteyen tomurcuk ilk denemesinde başaramasa da artık biliyordur ki o rengarenk yapraklar bir rüya değil, bir olasılıktır.

Mingyu'nun gözlerini parlatan da buydu işte: umut.

Karanlığa mahsur bıraktığı benliğine, daha yeni yeni araladığı gözlerinden ulaşan mum ışığı da bendim ve o gün hiçbir esintide sönmeyeceğime dair söz verdim.

One Bud Of BloodWhere stories live. Discover now