Kiraz Ağacı

131 28 21
                                    


Elime rastgele aldığım eski bir gazetede 1985, 26 Mayıs tarihi yazılıydı. Kısaca bir göz gezdirdiğimde küçük bir çocuğun, büyükçe bir kiraz ağacının arkasına saklanmış siyah beyaz bir fotoğrafı vardı. Çocuk sanki korkuyormuş da annesinin eteğini çekiştirip yardım isteyecekmiş gibi ağacın yere uzanan dalından tutmuş, bedeninin büyük çoğunluğunu da ağacın gövdesinin arkasına saklamıştı. Fotoğrafın altında kocaman harflerle 'Doğanın sahip çıktığı çocuk' yazıyordu. Bu manşeti kim seçtiyse, işini pek de iyi yapamıyormuş diye düşündüm. "Tabiata fısıldayan çocuk" ya da "Çiçeklere dokunan bir minik ruh" falan olabilirdi. Tamam, ben de bu konuda çok iddialı değildim ama manşet dediğinde biraz hayal gücü olmaz mı?

Gözlerimi fotoğrafın hemen yanına, okunması epeyce zor minik harflere kaydırdım. Haber, bu sevimli çocuğun ormanda kaybolduğunu ve iki ay sonra bulunduğunu söylüyordu. Kimse küçücük yaşına rağmen nasıl olup da bir başına, tehlikeli ormanda, kurda kuşa yem olmadığını anlayamamış; çocuğa sorduklarında ise ağaçların ona annelik yaptığını söylemiş ve başka da bir şey eklememiş; haberi yazan yazar bile son cümlesinde bunun ancak, tanrının mucizesi şeklinde açıklanabileceğini söylüyordu.

Gazeteyi, daha öncesinden  izi bulunan tam orta yerinden ikiye katlayıp masanın uzak bir köşesine bıraktım. Önümde bulunan onlarca yeni kağıtla karışmasını istemiyordum.

Mingyu'dan izin almadan çalışma odasını kurcalıyor, araştırmalarını okuyor olmak beni suçlu hissettirse de tüm bunlar benimle ilgiliydi. Eh, bu durumda okuma hakkım oluşmuş olmaz mıydı?

İçlerinde en yeni görünen birkaç yaprak kağıdı aldım ve okumaya başladım. Gözleri renk değiştiren insanlarla ilgili saçma sapan efsanelerdi hepsi. Mingyu, tüm bunları önce bilgisayarda araştırmış sonra da her birinin çıktılarını almıştı.

Gözleri kırmızıya dönen vampirlerden, canavarlara... Canavarlardan, bal gözlü meleklere... Çeşit çeşit hikaye vardı.

Sanırım Mingyu gerçekten de göz rengimin değiştiğine inanmış ve buna takmıştı. Hadi ama tüm bunlar saçma bir ışık yansıması yüzünden miydi?

Derince bir nefes aldım ve hemen ardından şiddetlice ofladım. Önümde gördüğüm onca emek ve araştırma bir yanlış anlama üzerine kurulmuş, anlamsız bir çöptü.

Hasta haliyle kim bilir ne kadar uğraşmıştı bunlara. Uyuması gereken zamanda, bilgisayar başında efsaneler okumuş, belki bu gazeteleri almak için dışarı çıkmaktan nefret etse de gidip kütüphanelere uğramıştı.

Mingyu... Kütüphaneye uğramış olabilir miydi ki? Yapar mıydı böyle bir şey?

O an aklıma bir düşünce hücum etmişti. Bu düşünce ile eş zamanlı, bedenimden de bir ürperti geçti. Nasıl olup da daha önce bunu düşünemediğimi ise hala bilmiyorum.

"Ya tüm bunlar Mingyu'nun değil de Seungcheol'un araştırmalarıysa..."

Tamam, belki "Ne olacak canım, ha onun ha bunun, ortada bir ton kağıt var mı, var. O zaman gerisi teferruat." diyor olabilirsiniz. Ama benim için öyle değildi. Seungcheol tüm o sert ve resmi üslubu ile benim pek tabii Mingyu'ya oranla çok daha fazla çekindiğim biriydi. Ayrıca şimdi, onun çalışma odasını kurcalıyorsam eğer, pekala korkmam gereken biriydi de.

Yakalanma korkusu tüm bedenime işlerken avcumun içinin terlediğini hissedebiliyordum. Kalbim iki katı hızlı atmaya başlamış bedenim biraz daha zorlanırsa zangır zangır titreyecekti, biliyordum. Neyi nereden aldıysam orada bırakayım ki kimse benim buraya geldiğimi anlamasın diye düşünürken, bir yandan gazeteyi yerine koyuyor; diğer yandan bilgisayar çıktılarını nereden aldığımı hatırlamaya çalışıyordum. Dokunduğum her şeyi birkaç kez gözümle taradıktan sonra, neredeyse ben bile bu odaya hiç gelmediğime inanacaktım. Ve işte tam o anda ya mutfağa gidip yemek yapmaya başlamalı ya da Mingyu'nun yanına uğramalıydım. Ama öyle olmadı. Neden mi? Çünkü ben her zamanki gibi merakıma yenik düşüp, gözüme çarpan bir başka yazıyı daha okumaya odaklandım. Bu da benim sonumu getirdi.

Açık kalmış bir kitaptı dikkatimi çeken. Altı çizile çizile okunmuş, hatta önemli bulunan yerlere yıldız konmuş bir sayfaydı.

Yıldızın hemen yanında şunlar yazılıydı:

"...Ruhların konuşması diye tanımlamıştır eskiler. Ayrıntılı olmamakla beraber bitkilerin dilinin çoğunu anladıklarını ve bu yeteneğin geliştirilebileceğini söylemişlerdir."

Kitabı elime aldım ve atlaya atlaya başka paragraflara da bakmaya başladım. Özellikle altı çizili yerlere ya da gözüme çarpıp da dikkatimi çeken cümlelere odaklanıyordum.

"...Yanan bir ağaçla beraber öldüğü bildirilmiştir. Ruhların iletişimi - yetenek - arttıkça etkisinin de büyüyeceği düşünülmüştür..."

"...En tehlikelisi bu yeteneğe sahip kişilerin kanlarıdır. Hala bilinmeyen pek çok özelliğe sahiptir."

"...Gözleri yeşile bürünebilir."

Son okuduğum cümle ile ne düşüneceğimi bilemez olmuştum. Ben... Ben neydim gerçekten? Mingyu onca zamandır haklı mıydı?

Bedenim kendi kendime ağır gelir olmuş, zihnim beni yapayalnız bırakmış, çekip gitmişti. Ne kadar yoğunlaşmaya çalışırsam çalışayım hiçbir şey anlamıyordum. Tamam, onca zamandır bitkilerle ufak tefek iletişimim oluyordu ama hala bilmediğim ne çok şey vardı ve ben korkuyordum. Çok korkuyordum.

Gözlerimin dolmaya başladığını hissettiğim anda elimin tersi ile sildim ve derince nefes verip odadan dışarı çıktım. Ama daha önce bahsettiğim 'sonuma' yaklaşmak dışında bir işe yaramadı bu hareketim.

Açılan bir başka kapı ile göz göze geldiğim Seungcheol gözlerinde koyu bir öfke ile bana baktı ve konuştu:

"Sen, benim çalışma odamda ne geziyorsun !"

Kulağımda yankılanan sert sesi, gözlerimin daha da dolması dışında bir işe yaramadı. Hızlı adımlarla aşağı inip kapıya koştum. Tek istediğim bu evden bir an önce kurtulmaktı. Sanki koştukça, Seungcheol'den, o kitaptan, en önemlisi de kendimden kurtulacakmışım gibi koşup durdum. Evime kadar... Hiç durmadan, dinlenmeden...

Ama yol boyunca zihnimde yankılanan birkaç kelime vardı ki - son duyduğum ses, son duyduğum sözcükler - Mingyu'nun dedikleriydi.

"Hyung, çalışma odanı dün ben kullanmıştım. Hao'ya kızmasana, bana getirmesini istediğim bir kitap vardı, ona bakmıştır."

Demek ki tüm o kağıtlar, Mingyu'ya aitti ama neden yine yalan söylüyordu? Ne yapmaya çalışıyordu? Tüm bunları araştırmasındaki neden neydi? Wonwoo'yu hala seviyor muydu? İyileşecek miydi? Hiçbirini bilmiyordum. Ama bildiğim bir şey vardı ki o da bana yetiyordu.

Onu seviyordum ve o da beni önemsiyordu. Yoksa neden o kadar araştırmayı yapsın ya da beni korumak için Seungcheol'e yalan söylesin ki, hem de iki kere, sizce de öyle değil mi?

One Bud Of BloodTempat cerita menjadi hidup. Temukan sekarang