Açelya Çiçeği

153 28 31
                                    

Odam, lunaparklardaki en çılgın oyuncağa binmişim gibi dönüyordu. Başıma saplanan şiddetli ağrı düşünmemi engelliyor ve uzandığım yataktan tavandaki bir örümceği izliyordum.

Hayatının en ilginç gününü geçirmiş birine göre bir hayli metanetliydim. Ama yine de yorganımı başıma kadar çekip yatağımın içinde kaybolmak istemediğimi söylesem yalan olur.

Bugün sabah olanlar tekrar tekrar zihnimden geçiyor, kendimi ezber yapmaya çalışan bir öğrenci gibi hissediyordum. Aklımdan atamadığım tüm bu düşüncelerin içinde boğuluyordum.

"Sevgilim..." Demişti Mingyu.

Bunu söylerken yüzünde gayet sakin bir ifade gözlerinde ise öfke vardı. Neden böyle söylediği hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Mingyu'nun sözleri üzerine Seungcheol ayağa fırlamış, ikimizin üzerinde de gözlerini sert bir ifade ile gezdirmişti. Daha sonrasında eski sakinliği dalga dalga bedenine uğramış olacak ki ceketini tam bir centilmen edasıyla düzeltmiş önündeki düğmeyi iliklemiş ve sadece "Peki..." Demişti.

Ben salonda put gibi kalmışken Mingyu, Seungcheol'u kapıya kadar geçirmişti ve yanlış duymadıysam Seungcheol ona "Bunu konuşacağız Mingyu..." Derken Mingyu ise "Bir daha gelme Hyung." Demişti.

Bir aile dramının ortasına damdan düşer gibi karışmıştım ve tüm bu olanlar benim için çok fazlaydı. Sadece çiçeklerin yaşamasını istiyordum o kadar. Bu kadar kaosa hiç gerek yoktu.

Tıpkı dediğim gibi yorganın iki ucundan tutup başıma kadar çektim. Dizlerimi büküp yorganın altında daha da küçülürken oracıkta kaybolmak istedim. Daha fazla düşünmek istemiyordum. Tüm bu olanlar yorganın dışında kalmalı ve bana ulaşamamalıydı ama tabii ki öyle olmadı.

Daha sonra Mingyu'nun tekrar yanıma gelirken ki halini anımsadım. Yorgun bedeni, Seungcheol gittikten sonra daha da çökmüştü. Uzun boyuna rağmen omuzları öyle düşüktü ki ancak benim boylarımda biri gibi durmuştu bir an. Daha sonrasında kapının kenarından tutunup bana baktı. Gözlerinin rengi solmuş, ışığı sönmüş gibiydi.

"Adın ne ?" Dedi.

"Minghao" dedim hala şaşkın şaşkın ona bakarken. Muhtemelen dudaklarım aralık, gözlerim iri iri açılmıştı; rahmetli annemin dediğine göre sevimli ama benim şapşal bulduğum bir ifade ile.

"Peki Minghao..." Demişti o da. Sonrasında şiddetle öksürdü ve elindeki mendille ağzını kapattı. Kısa süren öksürük onun tüm bedenini, şiddetli fırtınada salınan minik bir fidan gibi sarsmıştı. Kendini zor zar toparlayıp konuşmaya devam etti:

"Her hafta gelmeye devam edebilirsin istersen... Ya da istersen git..." Dedi. Sonra arkasını dönüp merdivenlere yönelirken umursamaz bir şekilde elini havada sallayarak ekledi:

"Ne yaparsan yap işte."

Ağır adımlarla merdiveni çıkarken onun yanına gittim ben de hızla.

"Sen.. biliyor muydun ?" Dedim.

Şaşırmıştım. Mingyu, benim her hafta arka bahçedeki çiçekler için buraya geldiğimi biliyor muydu yani ? Ne kadar süredir biliyordu ? Ayrıca evin sahibi zaten benim buraya geldiğimi biliyorsa bu beni suçsuz yapmaz mıydı ?

Mingyu merdivende durdu, arkasını dönmeden konuştu:

"Her hafta bugün, cumartesi, arka bahçeye gelmiyor musun Minghao ?" Dedi. "Ben her gün bu lanet evdeyim nasıl bilmememi bekliyorsun ki ?"

Adımlarını biraz daha hızlandırıp üst kata çıktığında aramızda bir iki metre ancak vardı. Sorularım bitmemişti, onunla konuşmalıydım. Ama Mingyu, odası olduğunu tahmin ettiğim bir odaya girip kapıyı hızla kapatınca kapının diğer tarafında öylece kalmıştım. Ben de mecbur evime döndüm daha sonrasında. Orada bekleyecek değildim ya...

One Bud Of BloodWhere stories live. Discover now