Pembe Ortanca

117 28 37
                                    

"Seungcheol ?" Dedim.

Üç kez çalan telefon dördüncüde nihayet açılmıştı ve ben yaptığım şeyden hala emin değildim.

"Evet." Dedi Seungcheol'un tok sesi.

"Ben Minghao." Dedim.

Telefonun diğer ucunda bir süre sessizlik oluşmuştu. Sonrasında ise sordu:

"Mingyu iyi mi ?"

"Beni evden kovmadan önce iyiydi." Dedim ve ekledim:

"Üzgünüm ama kardeşinizi bana emanet edemezsiniz."

***

Evime doğru hızlı adımlarla yürürken tüm bu olanları düşünüyordum. Mingyu'nun kesinlikle onunla ilgilenecek birine ihtiyacı vardı ki bu kişi ben değildim, orası kesindi.

Seungcheol'e bu yüzden haber vermiştim. O eski köşkte hasta Mingyu'nun bırakın iyileşmesini, o kadar toz içinde yeni bir hastalık kapacağına emindim.

Belki Seungcheol onunla ilgilenmek için Mingyu'yu ikna edebilirdi. O zaman bu, ikisi için de iyi olurdu. Hem aralarındaki problemi çözer ve tekrar bir aile bile olabilirlerdi. Ben de zaten bir parçası olmamam gereken bu aileden kopar ve hayatıma bakardım. Gerçi benim hayatım da pek bir şeye benzemiyordu, orası ayrı. Bir ailem yoktu, doğru düzgün arkadaşım yoktu ve inzivaya çekilmiş ermiş gibi günlerimi geçiriyordum. Üniversite için Kore'ye gelmiş ama okulu dondurmuştum. Şimdi ise küçük, eski bir evde kendime vakit ayırıyor, bol bol meditasyon yapıyor ve yeteneğimin üzerine düşüp, doğaya karışıyordum.

Eve, ulaştığımda mutfağa geçip bir bardak su doldurdum kendime. Sonrasında ise yatağıma geçip uzandım. Bugün ne daha fazla Mingyu'yu düşünecek ne de yatağımdan bir daha çıkacak gücüm vardı. Şu birkaç günde yaşadıklarım bana yetmişti.

Risksiz, düz ve güvenli bir hayat yaşıyor ve düzenimi bozacak çoğu şeyden kaçınıyordum. Ne zaman bu cesaretsiz yaşam biçimine adapte oldum onu bile hatırlamıyorum ama işte, sonuç buydu.

Yorgunluk bedenimi ele geçirip gözlerime ağırlık yaparken yorganıma daha da sarıldım ve uykunun sıcaklığına kendimi bırakmadan önce derin bir nefes aldım.

Toprak kokmuyor, çiçekler bağırırcasına esanslarını yaymıyordu. Sanırım huzurlu bir uyku beni bekliyordu.

Öyle de olmuştu. İnsanlarla pek iletişim kurmayan ben, Mingyu'dan uzaklaşınca yine eski, sade hayatıma dönmüştüm. En azından ben öyle sanmıştım, Seungcheol beni arayana kadar.

Uyandığımda mutfağa geçip kendime yiyecek bir şeyler ve bahçemdeki pembe ortancalarıma dinlenmiş su hazırlıyordum ki telefonum da tam o anda çalmıştı.

Bilinmeyen numara olduğundan hızla açıp konuşmuştum:

"Efendim ?"

"Minghao ?"

Seungcheol'un tok sesini tanımamla birden ciddileşmiş ve meraklanmıştım. Artık iletişimimiz biter sandığım bu aile ile yine bir şekilde konuşuyordum. Acaba bir şey mi oldu ?' Diye düşünmekten de kendimi alamıyordum.

"Seninle uygun bir yerde görüşmemiz mümkün mü acaba... Telefonda konuşmak istemiyorum."

"Şey.. Tabii.."

"Şu an müsait misin ?"

"Evet..."

"Sana adresi atarım, yarım saate buluşabilirsek iyi olur Minghao."

Onaylayan bir şekilde mırıldanmamdan hemen sonra telefon kapanmıştı ki ben de ancak telefonun kapandığını belirten o bilindik "dııd..." sesi ile kendime gelebilmiştim.

One Bud Of BloodTahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon