Zambak

95 17 96
                                    

Günün ilk ışığı ile hazırlanmaya başlamış ve henüz gözümü bile açamıyorken üzerimi giyinip, birkaç bir şey atıştırmaya çalışıyordum. Mingyu uyanmadan orada olmak istiyordum. Eh siz de biliyorsunuz bir gün yalnız bırakınca neler olduğunu. Endişelenmekte haksız mıyım şimdi?

Nihayet kendime bir çeki düzen verip uyku mahmurluğumdan da kurtulunca yola koyulabilmiştim.

Güneş yeni yeni doğuyor ve etrafa tatlı bir renk yayıyordu. Hafif sarımsı tonlar ruhuma sıcacık bir duygu üflerken yüzümde istemsizce bir gülümseme oluştu. Günün en sevdiğim saatlerinden biriydi bu. Kuşların normalden fazla cıvıldadığı, yeni bir günün güzel başlangıçlar sunduğu bir saat...

Derince bir nefes alıp, serin havanın ciğerlerime dolmasına izin verdim ben de. Doğanın en ufak bir sesinden, kokusuna; en ince ayrıntılarına kadar odaklanmıştım. Seviyordum işte ağaçları seyredip, böcekleri dinlemeyi. Mutlu ediyordu beni. Hem alışkanlık da olmuştu. Gün hakkında haberdar ediyorlardı beni. Hatırlarsınız Mingyu ile tanıştığım gün duyduğum keskin toprak kokusunu. Doğa o gün de benimle konuşmuştu. Eh, ben dinlememiştim o ayrı. Ama şimdi 'iyi ki de dinlememişim.' Diyorum. Mingyu'suz ne yapardım yoksa ben. Mingyu'suz demişken küçük bir spoiler vermiş olacağım belki ama bugün size kısmen Mingyu'suz olan hayatımın nasıl Mingyu'lu bir hayata döndüğünü anlatacağım. Bir başka deyişle tüm çiçeklerin anlamını yitirip de yalnızca kalbimde açan Mingyu'nun anlam kazanmasını...

***

"Jeonghan Hyung!"

Eve geldiğimde kapıda görmeyi en son beklediğim kişi ile karşılaşmıştım. Ellerini ceplerine koymuş, duvarın birine yaslanmış, çatık kaşları ile bir hayli gergin görünüyordu. Beni görünce yalnızca başı ile selamladı ve tekrar önüne döndü. Konuşmaya pek istekli görünmüyordu ama merakım kabarınca susamadım.

"Neden içeri geçmiyorsun?"

"Cheol Bey korkar yine. Kalsın."

Boş ve şaşkın bir ifade ile ona bakmaya devam edince omuz silkti. "Boşver." Dediği beden dilinde açıktı ama ben yine de pek bir şey anlamamıştım ve bu sorunu anlayıp çözmeden de bir yere gitmeye niyetim yoktu. Tamam, Jeonghan da Seungcheol de benim için önemliydi ama konu Mingyu'ya dokunursa sanki her şey anlamını yitiriyordu. Benim amacım da narin çiçeğimi korumaktı. Seungcheol bir an önce aşk hayatını düzene sokup Mingyu ile ilgilenmeliydi ve Jeonghan hyung evin dışında sakinleşmeyi denemek yerine benim yokluğumda Mingyu ile ilgilenmeliydi.

"Hyung gel içeri geçelim." Dedim koluna hafifçe elimi koyup.

O da itiraz etmeden onu yönlendirmeme izin verdi. Aklındaki düşüncelerle boğuşmaktan hayır demeye gücü yok gibiydi.

İçeri geçtiğimizde salona yöneldim. Evi de iyiden iyiye öğrenmiş ve gün geçtikçe daha da rahat hissetmeye başlamıştım. Beraber salona oturunca Jeonghan Hyung daha fazla içinde tutamayıp konuşmaya başladı.

"Korkak... Seungcheol tam bir korkak! Yanındaki o suratsızdan hoşlandığını mı sanıyor?" Derince bir nefes verip devam etti. "Başta kadınlardan hoşlanmıyor ki..."

Gözleri beni bulunca başımı sallamakla yetindim. Yanlış bir şey söylemekten çekinmiştim. Jeonghan Hyung'un da öfkesi gittikçe artıyor gibiydi.

"Neymiş! Bir erkekle olmayacağını anlamış... İlk problemde kaçarsan tabii ki olmaz.."

Tam bir şeyler daha söylemek için ağzını açmıştı ki sustu. Bir sırrı mı açık edecekti yoksa küfür mü edecekti bilmiyorum. Ama yüzündeki her bir kas kasılmış, kaşları sanki sakinleşse bile öyle çatık kalacakmış gibi sert görünüyordu. Sesini alçak tutmak gibi bir derdi de yoktu. Mingyu duyuyor mudur diye endişe ederken merdivenden aşağı Seungcheol Hyung indi. Mingyu değil ama Seungcheol'un tüm bağırtıyı duyduğu kesindi.

One Bud Of BloodHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin