Kaktüs

77 19 30
                                    

"Mingyuuu !" Diye seslendim eve geldiğimde. Kapı yine aralıktı ama bu sefer Jeonghan'ın arabası da Seungcheol'un arabası da görünürlerde yoktu. Bir misafiri mi vardı acaba? Ya da Seungcheol sabah çıkarken kapıyı açık unutmuştu.

"Mingyu !"

İçeri girip salona kısa bir bakış attığımda Mingyu'nun zaten orada olmadığını biliyordum. Sadece bakmış olmak için bakmıştım. Odasından çıkmıyordu ki ama değil mi?

Merdivenleri ikişer üçer çıkarken Bana attığı mesaj aklıma geldi. "Seni özledim..." yazmıştı. Dudağımın kenarları istemsizce yukarı kıvrılırken Mingyu'nun kapısının önüne gelmiştim bile. Ama her seferinde kapalı gördüğüm bu kapıyı da tıpkı dış kapı gibi aralık bulunca şaşırmıştım. Yavaş yavaş endişenin de bastırdığını hissedebiliyordum. Kalbim şimdi iki katı hızla atmaya başlamıştı bile.

"Mingyu!"

Bir kez daha seslenip aralık kapıyı sonuna kadar açtım ki gördüklerim bedenimin olduğu yerde titremeye başlamasına neden olmuştu. Yere saçılmış onlarca eşya, kırık bir ayna ve yer yer oluşmuş kan lekeleri ama en kötüsü... Sonrasında zaman zaman hatırladığımda dahi boğazımı düğümleyen, nefes almamı engelleyip boğuluyormuşum gibi hissettiren... Komidinin üzerine saçılmış birkaç haptı ve yere düşmüş boş kutusu.

Mingyu ne yapmıştı?

Titreyen ellerim ile ceplerimi yoklarken yere düşürdüğüm telefonu tek hamlede elime alıp Seungcheol'un ismini bulmaya uğraştım. Saniyeler dakikalar gibi geçerken gözümün önü kararıyor ve kalbim göğsümden çıkacakmış gibi atıyordu. Gözlerimden yaşların boşalmaya başladığını ise görüşüm bulanıklaşınca anladım.

Telefon çalıyor, çalıyor, çalıyordu.

"Hadi ama aç şu telefonu Seungcheol... Lütfen... Lütfen...Lütfen ona bir şey olmasın..."

Kendi kendime mırıldanırken sesim çıkıyor muydu, bilmiyorum. Kaç saniye ya da dakikanın geçtiğini; Seungcheol'un kaçıncı aramamda açtığını da bilmiyorum ama şunu söyleyebilirim ki hayatımın en uzun ve en zor süresiydi.

"Minghao..."

Bitkin sesi ile Seungcheol telefonun diğer ucundan konuşunca neredeyse çığlık atacaktım.

"Mingyu... İyi mi? Nasıl? Mingyu nasıl?"

Kontrol edemediğim sesim, bağırmış olacağım ki evde yankılanmıştı. Seungcheol ise gayet sakin bir şekilde cevap verdi.

"Şimdi dinleniyor. İyi, gayet iyi."

Daha fazla içimde tutamadığım duygularım göz yaşlarımda ve hıçkırıklarımda beden bulmuş, bağıra bağıra ağlamaya başlamıştım. Ne ara Mingyu'nun odasından çıkıp da koridorda öylece dikiliyordum bilmiyorum ama o an, arkamdaki duvara sırtımı yaslayıp yere çöktüm. Ağlıyordum. Kendime çektiğim dizlerime kollarımı dolayıp titreyen bedenimi durdurmayı dener gibi... Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum.

"Minghao!" Dedi Seungcheol. Yerde bir köşede duran telefondan kısık bir şekilde duyulmuştu sesi. Sonra bir şeyler daha söyledi ama en nihayetinde kapattı telefonu.

Ben ise içimden "Mingyu iyi...", "Mingyu iyi..." diyip durdum. Bir an öldüğünü sandığım bebeğimin bir hastane köşesinde yatmış, dinlendiğini düşündüm. Güçsüz düşmüş bedeni ve her zamanki asık yüzü ile yorgana sarıldığını ama gözlerinin yine bütün güzelliği ile ışıldadığını resmettim zihnimde.

Ben de onu özlemiştim. Evet, bir günde özlemiştim çünkü onu seviyordum.

One Bud Of BloodWhere stories live. Discover now