Yıldız Çiçeği

101 20 30
                                    

Sabah gözlerimi açtığımda penceremin bir metre kadar ilerisindeki toprak alana ektiğim yıldız çiçeğini izlemeye dalmıştım. Üzerinde uçuşan yaramaz arı, çiçeğimin pembe yaprağına bir dokunuyor bir kaçıyordu. Sevdiğine minik buseler bırakır gibiydi. Yüzümde istemsizce bir gülümse oluşturan bu manzara, uyandığımın henüz ilk birkaç dakikasında gördüklerimdi. Zihnim, bir önceki gün olanları film şeridi gibi tekrar bana sunmaya başladığında ise, o salak gülüş yüzümden sökülüp gitti.

Saatlerce yatağımda durabilirdim. Tüm her şeyden kaçıp yalnızca uyuyabilirdim. Hoş, istediğim de buydu ya. Ben de battaniyemi kafama kadar çektim ve hiçliğe kendimi bir kez daha bıraktım. Düşünmemek... Bazen o kadar zor ama o kadar rahatlatıcı bir liman ki. Mingyu'nun evinden koşarak çıktığımda yapmaya çalıştığım şey de buydu. Zihnimden her bir fikri teker teker atmak, bomboş kalmak. O nedenle ilk iş yatağıma sığınıp uykudan medet ummuştum. Ama görünen o ki kaçtıklarımız er ya da geç sırtımızdan yakalayıp, geri geri çekiyor bizleri. "Bu kovalamaca sonsuza kadar sürer mi sandın?" Diye fısıldıyor.

Bana da o yıldız çiçeği ve arıyı izlediğim birkaç dakikanın ardından söyledi bunları. Kovalamaca bitmiş, hayata tekrar dönme vakti gelmişti benim için.

Üzerimden bir çırpıda attığım battaniyem yere düşüp minik bir tepe gibi kalmıştı. Son zamanlarda evime yalnızca geceleri uğradığımdan, zaten dağınık ve kirliydi her yer. Ben de "Ha bir eksik, ha bir fazla..." deyip aldırış etmedim. Ağır adımlarla banyoya yöneldim. Sıcak bir duşun iyi gelmediği çok az şey biliyordum. Eh, şansımı denemekte de fayda vardı değil mi?

Duştan sonra kendime yiyecek bir şeyler hazırladım ve bahçeye oturup temiz havada ve arkadaşlarımın - bitkileri kastediyorum - yanında yedim yemeğimi. Her ne kadar Mingyu'nun altını çizdiği o satırlarda okuduklarımdan sonra, en ufak bir tohumla bile göz göze gelmekten, ruhuna dokunmaktan korksam da içeride durmak beni boğuyordu.

Ne yapacağımı bilmiyordum. Yeteneğimi sevip sevmediğimi bile sorgular olmuştum. Zihnimde saçma sapan onlarca düşünce yeşerip duruyordu. Sonum nasıldı acaba? Merak ediyordum. Solan bir çiçekle beraber onun her bir acısını hissede hissede ölmek miydi, yoksa kitapta bahsedilen gibi yanmak mı? Peki gözlerim... Gerçekten de lanet bir bukalemun gibi renk değiştiriyorlardı. Ne harika(!)

Zihnim, ne kadar önemli bir konuyu düşünürsem düşüneyim, ne kadar odaklanırsam odaklanayım her zaman yaptığı şekilde Mingyu'ya bıraktı yerini. Dağılan sisin arasından onun sevimli yüzü görünüyor, kırmızı bir alarm gibi düşüncelerimi dağıtıp zoraki de olsa kendini kazıyordu beynime.

Acaba nasıldı? Beni özlüyor muydu ya da araştırmalarını okuduğum için endişeli miydi? Benimle konuşmak istemiş, bana ulaşmayı denemiş miydi?

Aklımda bu sorular, tekrar odama döndüm. Yerdeki battaniyeyi alıp kollarımı doladım ona. Küçük bir çocuğun peluş oyuncağına sarılması gibiydi benimki de. Sanki ellerimin arasındaki şu cansız kumaş yığını bana güç verecekmiş gibi. Yatağıma uzandım ve dün gece ne ara komidine bıraktığımı hatırlamadığım telefonumu elime aldım. Seungcheol üç kez aramıştı. Bir de bilinmeyen bir numara vardı ki ondan da yedi cevapsız çağrı vardı. Mingyu olduğunu tahmin ettim. Dört tane de mesaj bırakmıştı.

Özür dilerim Hao.

Sanırım tüm bu olanlar benim yüzümden.

Seungcheol Hyung evinin adresini sorup duruyor. Ona sana zaman tanımasını söyledim ama bunu söyleme nedenim yalnızca evinin adresini bilmemem.

Hao ama... Neyse.

Eh, kim sevgilisinin (!) ev adresini bilmez ki, değil mi? Seungcheol hyung, bunu Mingyu'ya sormakta haklıydı. Ama benimle ne konuşacaktı, bilmiyordum. Doğrusu bilmek de istemiyordum.

One Bud Of BloodHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin