7: it's raining like you

566 53 3
                                    

it's raining like you,
like it's the end of the world.

Herkesin dilinden düşüremediği bir düzen kelimesi vardı. Yeni bir şeye başladığında, eski bozulmuş bir şeyi halletmeye çalıştığında. Her seferinde düzene girer derlerdi. Oysa düzenin bir boka yaradığı yoktu bu dünyada. Güneş gökte yükseldiğinde düzen derlerdi. Oysa yağmurlardı bize hayatı bahşeden. Seven sevdiğine kavuştuğund düzen derlerdi. Oysa geride kalanı düşünmezlerdi. Karmaşa paklardı bu dünyayı. Tüm o düzenin ortasına düşen kaostu hak ettiği.

Bir stantın önünde dikiliyordum. Avuç içimde hoşuma giden bir kolye vardı. Kalp şeklinde içi açılabilenlerdendi fakat onu özel kılan üzerindeki tavşan ve tavşanı çevreleyen gül sembolleriydi.

Belki malzemesi verdiğim parayı hak etmezdi ancak yine de satın aldım ve arkadaşımın yanına döndüm. Bir yandan da boynuma takmaya uğraşıyordum. "Lisa, şunu takar mısın boynuma?"

Arkamı dönüp saçlarımı ellerim arasında toparladım ve Lalisa'nın kolyemi takmasını bekledim. Taktığında ellerini birbirine çarpmış ardından kolyenin ucunu avuç içine alıp incelemeye başlamıştı. İçini araladım ve çantamdan çıkardığım ufak gülü koyup kapattım.

"Bazen Yugyeom'u bırakıp sana yürüyesim, ne yürümesi koşasım geliyor Chaeng."

"Bahse girerim ondan daha iyi bir erkek arkadaş olurdum." Gururla göğsümü gerip konuşurken Lisa kıkırdadı ve yanağıma bir öpücük kondurdu.

"Keşke şu it oğlu itin aklını başına getirebilmek için elimden bir şey gelse."

Yüzümün düşmemesi için çaba sarf etmem gerekti. "Artık pek bir önemi kalmadı. O mezun oluyor, benim de bir senem kaldı. Sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak zaten."

"Bazen üniversitenin bitmesi her şeyin sonuymuş gibi davranıyorsun ya içim gidiyor. Asla bırakmam peşini."

Koluma girip beni birkaç stant daha dolaştırdı. Hakkımda pek çok şey bildikleri gibi bilmedikleri onca şey de vardı. Yine de beni koruyup kollamayı görev edinmişlerdi. Bazı zamanlar ellerinden kayıp gidecekmişim gibi davranıyorlardı ve bu ailemin bana vermediği tüm o eksiklikleri neredeyse tamamlıyordu. Keşke o da benimle olsaydı. Belki o zaman dünyanın sonunda dikiliyormuş gibi hissetmezdim.

Birer bira içmek için bara girdiğimizde Jungkook'u gördük. Yalnız başına oturuyordu ve elindeki viskiyi yudumluyordu. Lalisa elimi cesaretlendirircesine sıktı ve ikimizi onun masasına yönlendirdi.

"Selam Kook, oturabilir miyiz?"

Bir elini karşısındaki koltuğa uzattı. "Sorman hata."

"Ee ne yapıyorsun bakalım?"

"Sen gelene kadar huzurumun tadını çıkarıyordum."

"Edepsiz tavşan." Lalisa kollarını birleştirip ona surat yaparken ben kolyemi göğüslerimin arasına kaydırmaya çalışıyordum. Hele bir buradan çıkayım, onu kesinlikle öldürecektim.

Askılı crop giymek iyi bir fikir değildi. Göğüslerimin arasına gizlediğim soğuk metal rahatsız ediciydi.

"Siz ne yapıyorsunuz burada?"

Lisa'nın daha fazla konuşmasını engellemek için öne atıldım. "Bunun ve biricik sevgilisinin ilk ayları doluyormuş. Onun için hediye bakmaya geldik."

"Sen hiç büyümeyecek misin Lisa ya. İlk ay ne kızım."

"Bir kere bu konuyu benimle konuşabilecek son kişisin dikkatini çekerim canım. Ay Chae biliyor musun bu Jungkook ilk sevgilisine onunla sevgili olduğu hergün için bir charm hediye ediyordu. Bilekliğine taksın diye. Ayrıldıklarında kızdan bilekliği bir çekip alışı var görmen lazım."

İstemsizce dudaklarım yukarıya kıvrıldı. O da gülüşünü bastırmaya çalışıyordu ama bunu yapmaya çalışırken surat ifadesi daha da komik bir hal almıştı. "Ya ne yapayım kıza Iron Man'li özel yapım charm vermiştim! Hak etmiyordu bile. Hiç de pişman değilim yine olsa yine yaparım."

"Bencil ya."

Masadan kalkıp telefonumu şortumun arka cebine soktum. "Ben bize birer bira kapıp geliyorum. Sen de bir şey ister misin Jungkook?"

"Bira olur."

"Tamamdır."

Barmenden bir tepsi, üç bardak ve üç bira alıp masamıza geri dönerken Jungkook'un ifadesinin donuklaştığına tanık oldum. Lisa karşısında oturuyordu ancak farkında değil gibiydi, telefonla konuşuyordu. Jungkook'un baktığı yöne baktığımda beklediğim kişiyi gördüm. Geçen gün birlikte kahvaltı ettiği adamla birlikteydi. Ona gülümsüyordu. Tepsiyi masaya bıraktığımda Jungkook bira şişesini aldı ve aniden ayağa kalktı.

O arkalara doğru giderken bedenim donmuş gibiydi. Fakat zihnim her ne kadar yapmamı söylese de biramı elime almış peşine takılmıştım. Ona yetişemedim ama koridorun sonundaki kapıdan dışarıya çıktığını görebildim. Ben de çıktım.

Kaldırıma oturmuş sigarasını yakmaya çalışıyordu. Rüzgar içme der gibiydi. O estikçe çakmağın ateşi sönüyordu.

Önüne geçtim ve rüzgarın ona ulaşmasını engelledim.

Sigarasını nihayet yakabildiğinde başını kaldırdı ve kısılan gözleriyle beni süzdü. Öyle garip bakıyordu ki tüm gücümün çekilmiş gibi hissediyordum.

Yanına oturup biramdan bir yudum aldım. Konuşmak istemiyordu. "Neden onu seviyorsun?" Ama ben konuştum.

"Bilmem."

Gözlerimin yaşlarla dolmaması için yanağımın içini ısırdım.

"Aşk böyle bir şey mi, canının yanacağını bile bile sonuna kadar gitmek mi?

Sigara dumanı dudakları arasından havaya karışırken o da kaşlarını hafifçe çatmış, gözlerini yummuştu. Belki cevabı düşünüyordu, belki tıpkı benim gibi o da biliyordu. Bildikleriniyse dile getiremiyordu çünkü canı yanıyordu. Tıpkı benim yandığı gibi.

"Aşk böyle bir şey mi bilmiyorum Chaeyoung. Ama ilk aşk böyle bir şey, ötekilerine benzemez. Çok acıtır ama odur işte. Bir başkası değil."

Hiçbir şey söyleyemedim ona çünkü ağzından çıkan her kelime ile her sabah yüzleşiyordum ben.

İlk aşkmış.

Sokakta birkaç adım attım ve yanaklarıma yağan yağmurları durdurmaya çalıştım. Ama durmadı. Aktı, aktı, aktı.

Saçmaydı.

Çok saçmaydı.

first loveHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin