Bölüm 18

5.6K 184 21
                                    

Melatonin, seretonin ve endorfin.

Benim bedenim kendiliğinden bu üç mutluluk veren hormonu üretmiyordu galiba; çünkü mutlu olduğum anlar bir elin parmaklarını geçmiyor.

Bana melankolik diyebilirsiniz. Gücenmem; çünkü öyleyim.

Diğer insanlara oranla yalnızlığı seven, her şey net olduğu zamanlarda, ortalıkta bir bilinmezlik olmadığı anlarda yalnızlıktan keyif bile alırdım.

Küçükken mutluluğu beklerdim; ümitle müşteri bekleyen bir esnaf gibi. Bir gün yakalayacağımı ve bırakmayacağımı umarak beklerdim. Karakterimin iyi yanı da buydu sanırım, umudunu kesmeyen bir kız olmuştum hep.

Ben hep umdum. Belki bir gün babam hatasını anlayıp, bizden af diler, bizi sever diye bekledim. Olmadı. Ümidim genelde boşa çıktı; fakat yılmadım, yine bekledim; belki de hala bilmediğim bir tarafım bekliyordur.

Saf olmanın en güzel özelliği de buydu; hayat sana ne kadar sert tokat atsa da, şükredip, diğer yanağını çeviriyorsun.

Sahte kahkahalarla da işim olmadı hiç. Mutluluk gözyaşlarını da hiç dökmedim. Bu tezat iki sahte duyguyu yaşamadığım içinde hiç üzülmedim. Ben genelde dolup ağlayamayan insan oldum. Belki size komik gelebilir ama ben dolup ağlayamamak olayını, yiyip sıçamamaya benzetiyorum.

Kendimi böyle özetleyebilirdim elbette. Ama çevremdeki en garip insanı, hayatıma girmesiyle devrelerimin yanmasını sağlayan o adamı, Buğra Erez'i nasıl özetleyeceğimi bilmiyordum.

Benim yaşadıklarıma benziyordu yaşadıkları ama benim kadar yaşamamıştı. Onun maddi durumu yerindeydi, babası yanındaydı, şu an yaşamasa da kardeşi vardı. Benim hiç, bir dayanağım olmadı. Hep tek tabanca olarak ayaklarımın üzerinde durmalıydım. Bazen o duruşlarımda hata yapsam da; eroin durağında oturmak gibi, toparlamıştım. Fakat onun da bahtı yüzü kadar güzel değildi. Genç yaşta kardeşine hem anne, hem de baba olmuştu. Daha bilmediğim bir sürü olay geçmişti başından, ama bu olaylar onun içine saplanan yaralardan başka bir şey olmamıştı. Belki de bu yüzden dengesizdi. Bazen öfkeli, umursamaz; bazen can yakıcı, haylazdı. O kendi mektubunda da dediği gibi, dengesizdi.

Bir türlü zaman geçmiyor, akşam olmuyordu. Normalde ışık hızıyla geçen gün, bugün bitmek bilmiyordu. Bir saattir kucağımda prenses ile oturma odasında, ikili koltuğa yatmış, televizyon izliyordum. Kızlar odalarında ders çalışırken ben vakit öldürmekten ileri gidemiyordum. Buğra'ya ne cevap vereceğime hala karar verememiştim. Onun beni şaşırttığı kadar şaşırtmalıydım onu. En az onun kadar haylaz olmalıydım; becerebilirsem.

Ders çalışmaktan olsa gerek, saçı başı dağınık bir şekilde odaya giren Esra çaprazımdaki koltuğa sere serpe oturdu.

''Ne o, asmışsın suratını?'' dedi imalı bir sesle.

Dalgın bakışlarımı suratına odakladım. ''Gayet iyiyim.''

''Hiç öyle durmuyor buradan,'' dedi gözlerini kısarak. ''Ne düşünüyorsun?''

''Ya hiçbir şey,'' dedim sabırsızlıkla. ''Gayet normalim.''

''Seninle konuşulmuyor bugün anlaşıldı,'' dedi umursamazca. Rastgele yere koyduğu ayaklarını orta sehpanın üzerine yerleştirdi. ''Bugün spordaki ilk ve son günümdü. Bir de üstüne ders çalıştım, ölüyorum hakikaten.''

Sabah Esra'nın ortadan kaybolmasının sebebi spora başlamasıymış. Duyduğumda yaklaşık on beş dakika kesintisiz gülsem de artık tadı kaçmıştı. Esasen gülecek halde de değildim. Fazlasıyla yayılarak yattığım koltuğun kenarlarından güç alarak ayağa kalktım. Kucağımdaki kedi, kalkışım üzerine yere hızla atladı. Prenses'e sevgi dolu bir bakış attım. Daha sonra beni dikkatle izleyen Esra'ya, ''ben biraz ders çalışacağım,'' dedim. ''Odama girmezseniz iyi olur.''

YOSMAWhere stories live. Discover now