42. Bölüm "Ejderha Değişimi, Kaplan'ın Doğuşu"

6.5K 854 144
                                    

Daha arkadaşlığın ne olduğunu bilmeden Sowa ve Jutan'la arkadaştık.

Onca yetim çocuğa rağmen arkadaş olarak sadece birbirimizi görür, bir an olsun yan yana olmaktan vazgeçmezdik. Yediğimiz her lokmayı paylaşır, birimizin başı derde girdiğinde hep yanında olurduk.  

İkili asker eğitimi alırken ben cariye olma yolunda ilerlemeye başladığımda bile görüşmemiz yasak olmasına rağmen arkadaşlığımız son bulmamıştı. O ikisi arkadaştan çok bir kardeş gibiydi benim için. Kan bağımız olmasa da iki ağabeyim olduğu için mutluydum. Asihna'nın kemikleri donduran soğuk havasında kalbimi ısıtan iki insanlardı. 

Eskiden şenlik ateşinin başında oturup koyun etli türlüyü yiyerek, kımız içerken eski hayatlarımızla nasıl olduğumuzu konuşur eğlenirdik. Bu konuşmaların bir tanesinde bile düşman olacağımız aklımızın ucundan geçmemişti. 

Mu Biao Jutan'ın yani komutan Eymur'un canını aldıktan sonra kendimi tutamayarak gözyaşlarına boğulmuştum. Jutan''ın iki farklı hayatta gözlerimin önünde ölmesini kaldıramamıştım. Askerlerin şaşırdıklarını onlara bakmasam bile hissetmiştim. Ne gördüklerini biliyordum. Khatun'ları düşman komutan öldü diye gözyaşlarına boğulmuştu. Mu Biao bir an endişelense de ifadesizliğini tekrar kazanmıştı.

"Sana saldıracaktı," diye savunmuştu kendini Mu Biao. Acaba bu yüzden mi bir sonraki hayatımızda bir arada olmuştuk. Adamın hançeri ne amaçla çıkardığını bilmiyordum ama bana saldıracağını düşünmüyordum. Nasıl bir kader ile lanetlenmiştim ki sevdiğim insanların farklı hayatlarda bile ölümlerini görüyordum.  

Meydandan atlara binip nasıl yeniden ovaya geldik hatırlamıyordum. Çadıra girdiğimde o kadar titriyordum ki elimde tuttuğum hançerin işli kabzası avucumu acıtıyordu. Yine de parmaklarımı rahatlatamıyordum.  

Çadırda, hasır minderlerde ateşe ne kadar yakın olursam olayım bedenimin titremesi geçmiyordu. Gözlerimdeki keten bezi açan adam -isminin Wen olduğunu öğrenmiştim- bana bir kase pilav, sirkeli soğan dilimleri, tuzlu ördek yumurtası, kavrulmuş göl kestanesinden oluşan bir tepsi yemek getirmişti. İçecek olarak erik şarabı vardı. Tepsideki yemekler olduğu gibi duruyordu. Ateşin yanında bedenim titrerken bakışlarımı zemine bıraktığım hançere dikmiştim. 

Bu kesinlikle Turina'nın kırık hançeriydi. 

O hançere ne zaman dokunsam Turina'nın geçmişine dair anılar görürdüm. Şimdi bu hançerin Hao'nun düşmanında olması kafamın karışmasına neden olmuştu. Bir şeyleri kaçırıyor gibi hissediyordum. Hepimizin kaderi tahmin ettiğimden daha uzun süredir birbirine geçmişti. Bir işlemenin içindeki renkler gibiydik sanki. 

"Dakhul'un yemekten bir ısırık almasını mı bekliyorsun?"

Bakışlarım ağır ağır döndüğünde çadırın girişinde duran Mu Biao'yu gördüm.  Bu sefer zırhını çıkarmış daha rahat bir kıyafet giymişti. Üzerinde iki kat gömlek, yünden tunik ve deriden pantolonu vardı. Keçeden çizmeleri deri sicimlerle bağlanmıştı. Saçlarındaki boncuklar birbirine vuruyordu. Belindeki deri kemerde kılıcı ve kesesi asılıydı. Ona tek kelime etmeden arkamı döndüm. Yemek yemeliydim. Hayatta kalarak kendi yaşamıma, daha doğrusu Turina'nın bedenine dönmeliydim. Bu yüzden uzanıp tuzlu ördek yumurtalarından birini ağzıma attım.

Mu Biao'nun sesli bir şekilde iç çektiğini duydum. "Umarım öksürüğe kapılmazsın," dedi ciddi bir sesle. Ardından konuyu değiştirdi. "Çevredeki kabileler bizden korkup hediye gönderirken senin hasta olduğun yayılırsa işler değişebilir," diye yem attı. 

Yemeği çiğnemeye devam ederken omuz silktim. Kötücül canavarlar bir efsane değildi ama onlarla karşılaşma olasılığınız neredeyse imkansızdı.  Yine de bilmediğim bir çağda farklı bir kadınının bedeninde yaşarken demir tozu dolu keseyi yanımda taşımayı ihmal etmiyordum. Çağların ötesindeki bu zamanda tüm o efsanelerin gerçek olmasından endişe ediyordum. 

Cariye'nin İkinci HayatıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin