Bölüm 52 - Mühür

17.3K 791 124
                                    

Güneş, tuz ve okyanus rüzgarın ahengine kapılmış saçlarımı kendi valsine ayak uydurmaya zorlarken saçlarımı seven güneş tenimi yakıyordu. Ciğerlerimi dolduran tuzlu su ayaklarımı acıtıyordu. Beni büyüleyip kadeh kadeh şarap ikram eden okyanus beni çağırıyordu. Fısıltısı rüzgarın kanatlarında, şeffaf ve yumuşak tüylerinin arasında kulağıma erişip "Gel," diyordu. "Çırpınma, bağırma. Bana gel." 

"Melek," 

Onun dudaklarına adımı yasaklamak istiyordum. Ondan kaçmak istediğimden daha çok istiyordum. Okyanus adımı fısıldadığında şarap gibi tatlı ve günahkârken o adımı mırıldandığında zehirli ve öldürücüydü. Cehennem gibiydi. Adımı her mırıldanışında yandığım, yanmaya alışmışken donduğum cehennemdi. Kurtulmam gereken ama asla kurtulamadığım adam... 

"Sigarandan bir tane daha alabilir miyim?" diye sordum omzumun üzerinden ona bakarken. Güneşin yakıcı sarı-beyaz karışımı renginde gözleri şeffafmış gibi görünüyordu. Kirpikleri katmer katmer gölgelendirmese orada her şeyi görebileceğimi sanırdım.

Başıyla şezlongları işaret etti "Al," dedi.

Baş sallama, teşekkür ya da ona benzer herhangi bir mimikte bulunmadan ayaklarıma iğne misali batan sarı kumların üzerinde döndüm ve şezlonga doğru yürüdüm. Bir sigara ve bir kıvılcımla çırpınan ciğerlerime zehri çektim. Zehir boğazımdan aşağı inerken ciğerlerime çarptı, boğazımda dalgalandı ve şimşek çakması gibi bir etkiyle beynimdeki her kıvrıma ince ince dokundu.

Karşıma oturup dirseklerini dizlerine yaslayarak başını yana yatırıp gözlerini üzerime dikti. Ağzımda dolandırıp ziyan ettiğim dumanı dudaklarımın arasından aheste aheste bırakırken rüzgarın dağıtmadığı birkaç dem gözlerimi yaktı. Gözlerimi kısarak başımı yana eğdim ve beni inceleyen tavrına inceliyor bir edayla baktım. Bakma... Dudaklarımdan silinen gülümseme dışında ona verebildiğim tek zarardı. Ya da vermeye çalıştığım...

Yarısından fazlası yanmaya hevesli sigarayı küllüğe söndürüp tıpkı onun gibi dirseklerimi dizlerime yaslayarak öne doğru eğildim ve başımı sağa yatırdım "Biliyor musun?" diye fısıldadım. Gözlerin beni korkutuyor.

"Neyi?" diye sordu.

Gülümsedim. Doğal olmayan ama dudaklarımın bir o kadar hevesli kıvrıldığı gülümsemem genişlerken "İlk mi bu? Bana bir soru sordun. Cümlemin devamını duymak istiyorsun," dedim ve ciddileşen yüzünü izlerken "Senden kaçacağım," dedim. Sırtını dikleştirdi, sıkılmış gibi omuzları gevşedi ve düştü "Ve sen... Beni öldürmek istemeyeceksin," diyerek cümlemi tamamladım.

"Bundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" diye sordu. Ses, duyguları bir şekilde örtebiliyor ise de gözleri ona yardakçılık edemediği sürece hiçbir işe yaramıyordu. Meraklıydı. Belki de bu merakın altında başka duygular ekiliydi.

"Sen benim kaçacağımı biliyorsun, değil mi? Kiminle, nasıl olduğunun bir önemi yok. Bunu biliyorsun. Ben de senin bana dokunmayı ne kadar çok sevdiğini biliyorum," dedim. Fazla cüretkâr adımlar atıyordum.

"Beni yeterince iyi tanımıyorsun," 

"Tanıyorum. Asıl sen kendini yeterince iyi tanımıyorsun,"

Tekrar dirseklerini dizlerine yasladı, bu kez savunma pozisyonundaydı. Onunla geçirdiğim birkaç ay bana saklı kalan hislerini, mimiklerini nasıl kontrol ettiğini, nasıl gölgelediğini görmeyi öğretmişti. "Söyle bana, ne görüyorsun?" diye sordu. Sesi sakindi. Ne meraklı ne tehditkar ne de hırçın. Arınmış, saf sakinlikteydi. 

Siyahın Vedası | KüllerWhere stories live. Discover now