Bölüm 26- ÇOK ŞEKERLİ KAHVE

23 11 18
                                    


Herkese merhaba yeni bölüme hoşgeldiniz :) Beğendiyseniz beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen keyifli okumalar :)

Sabah kendimi zorla yataktan çıkartıyorum on birde dersim varken bu kadar erken uyanmam gerektiği için kızıyorum kendime. Yinede hazırlanıyorum Can'la kahvaltıya gidebilmek için. Bir tarafım hala bahane uydurup kahvaltıyı iptal etmek istiyor ama o tarafımı dinlememeyi seçiyorum.

Asya'nın bana aldığı elbiselerden birini giyiyorum. Üzerime kabanımı alıp çizmelerimi ayağıma geçiriyorum ve çantamı alıp çıkıyorum evden. Ne çabuk kış geldi. Ocağın başı oldu işte. Bu senede bitecek, bu okulda bitecek, Uzay'ı gördüğüm zamanlarda bitecek. Birkaç ay sonra bir daha hiç görmeyeceğim onu. Onu görmeyecek olmam kalbimi öyle yakıyor ki.

Zaman ne çabuk değişiyor. Yaz bitiyor kış geliyor işte. Uzay gidiyor yağmurlar yakmaya başlıyor tenimi. Güneş bile donuyor sanki. Kalbime de kış getirdi sanki Uzay'ın gidişi. Kar yağmış gibi dondu kalbim. Bütün duygularım şimdi tatlı gelen soğukta kıvrılmış uyuyorlar. Çok yakında donarak ölecekler biliyorum.

Buluşacağımız yere gidince Can'ın beni beklediğini görüyorum. Ayaklarını oynatıyor ve ellerini birbirine sürtüyor sürekli. O kadar heyecanlı ki benim için neden bu kadar heyecanlandığını anlayamıyorum. Ben aslında öyle önemli bir insan değilim, güzel deseniz güzelde değilim, zeki hiç değilim. Bende bu çocuğun beklediği ya da olduğunu düşündüğü hiçbir şey yok aslında.

Sonunda biraz daha orada beklersem geri döneceğimi fark edip karşısına oturuyorum. Beni görür görmez suratına tanıdık gülümseme yerleşiyor. Gülerken gözleri de gülüyor sanki hiç gayesi yokmuş gibi, sanki hiç kötü bir şey yaşamamış gibi. Bir insanın gözlerinde nasıl hiç hüzün olmaz anlayamıyorum. Dünyada hiç kötü bir şey yaşamamış insanlarda var mı? Yoksa biz kedimizinkileri bitirip onlarınkileri de mi yaşıyoruz?

Gülümsüyorum. Gülümsemem onunkinin aksine sahte. Benim gözlerim her zaman hüzünlü bakıyor. Ne söyleyeceğini bilemiyor. Bende bir şey söylemek yerine onu inceliyorum biraz. Bana neden bu kadar değer verdiğini anlamaya çalışıyorum. Uzay yüzünden biliyorum. Uzay'dan önce görünmezdim ben.

"Günaydın" diyor gülümseyerek.

"Neden ben?" diyorum birden.

Düşünmeden konuşmaya o kadar alıştım ki Uzay yüzünden bunu herkesin yanında yapıyorum artık. Şimdi Can bana güzel bir paragraf kursa, kalbime dokunsa paragrafı, gerçekten de benden hoşlandığına emin olsam, Uzay'la alakası olmadığını anlasam ne değişecek ki? Onu sevmeye başlayabilir miyim sanki. Can ne derse desin ne kalbim nede hayatım değişmeyecek ki. Ben bütün bunları bildiğim halde neden soruyorum Can'a bunu anlamıyorum. Kendimi o kadar anlamıyorum ki başka insanlardan beni anlamasını beklemenin aptallık olduğunu biliyorum.

"Farklısın" diyor.

Ne anlamda farklı olduğumu anlamaya çalışıyorum yüzüne bakarak. Düşünceli bakan gözleri gözlerimi delip geçiyor. Cevap vermek yerine mantıklı bir açıklama yapmasını bekliyorum bende.

"Güzel olduğun söylendiğinde tepeden bakarak gülümsemiyorsun sen utanarak gülümsüyorsun, insanların ne düşündüğü hiç umurunda değil, neysen o olmaktan korkmuyorsun, inandığın şeyler yapmaktan korkmuyorsun, gerçeksin sen sahte değilsin, gözlerindeki hüznü gizleyemeyecek kadar gerçeksin hem de. Ve bir kere kendini fotoğraf çekerken izlemelisin o kadar güzel gözüküyorsun ki" diyor gülümseyerek, kelimeler dudaklarından hayranlıkla çıkıyor.

Ben o kadar gerçek değilim ki. Ben gerçek olamam, bu kadar acı bu kadar hüzün gerçek olamaz. Ben o kadar sahteyim ki bütün gülüşlerim yalan. Ben o kadar güzel değilim ki insanlar güzel olduğumu söylediğinde bile bunu hatırlayıp utanıyorum ben. Benim canım o kadar yandı ki ben gerçek olamayacak kadar masal kahramanıyım.

ZAMANDA VE UZAYDAWo Geschichten leben. Entdecke jetzt