set fires to my forest and you let it burn

373 64 140
                                    

Selena Gomez, Lose You To Love Me

İçerideki tüm ışıklarını söndürüp her şeyin yerli yerinde olduğuna emin olduktan sonra çantamı sırtıma takıp esneyerek kapıya yöneldim. Kapıyı açıp dışarı çıktığımda aniden vücudumu saran soğukluk ürpermemi sağlarken saçlarımı da uçurmuştu. Kapıyı ardımdan çekip kilitledikten sonra ellerimi cebime sokup hızlıca yürümeye koyuldum.

Bir yandan arabamı getirmemiş olmama lanet ederken diğer yandan da kolumdaki saate bakıyordum. Gece üçe geliyordu. Harika, diye geçirdim içimden. Sanki her gün daha da geç kapatıyorduk. Bar hala açıktı. Moi sabahtan beri zaten burada olduğundan gece bir gibi onu ikna edip yollamıştık. Ruri ise günlerdir yorgun olduğundan onu da pek tutmak istememiştim bu yüzden zor bela onu da ikide evine yollayabilmiştim. Yoshi de Ruri ile beraber çıkmıştı. Haruto benden yarım saat önce çıkmıştı ve şimdi dövmeciyi kapattığımızdan sadece bar kısmı açıktı. Orada da Hyunsuk ve Mashiho vardı.

Bize sürekli iş postalıyor olsa da en çok yorulanın Hyunsuk olduğunu biliyordum. Ve Mashiho'nun da onu kontrol altında tuttuğunu. Hyunsuk desteklerimizle ayakta durduğunu söylerdi, açıkçası öyle de görünüyordu. Sadece bir yıldır onlarla birlikte olan ben bile olsam yine de onu sakinleştirebiliyordum. Bunu en çok yapabilen de Mashiho'ydu. Bu yüzden yanında kalmış olmasına sevinmiştim.

Eve yaklaştığımda yarınımı gözden geçirdim. Birkaç gündür uykumu alamıyordum ama yarın dersim geç başlayacağı için günü geç de bitirsem yarın uykumu alabileceğim için sevinçliydim. Çok fazla uyuyan biri olmasam da iki üç saatlik uykuyla da ayakta kalabilen biri değildim. Uykusuz olduğum günler sarhoş gibi görünüyordum. Uykusuzluktan gülme krizine girdiğim ya da durduk yere agrasifleştiğim olurdu. Sözlerimi esirgememe ya da hiçbir şey söylememe gibi şeylerde. Ayarı tutturamıyordum. Ya çok fazla ya da hiç oluyordum.

Bu yüzden az uyku sendromundan kendimi olabildiğince uzak tutmaya çalışıyordum.

Telefonum titrediğinde cebimden çıkarıp gelen mesaj bildirimine baktım. Annemin mesaj attığını gördüğümde adımlarım birkaç saniyeliğine durdu. Onunla konuşmayalı ne kadar olmuştu... bir ay, belki iki?

Annem: Haftaya cuma bizi ziyarete gelmeye ne dersin, canım?

Bildirimin üzerine tıklamadım ve cevap vermeyerek telefonumu tekrar kilitleyip cebime koydum. Haftaya cuma misafirlerimiz vardı anlaşılan.

Her ne kadar kendi evime çıkmış olsam da onlarla görüşmeye devam ediyor, beni evlatları olarak gurur kaynağı olarak tanıtmalarına izin veriyordum. Açıkçası bundan memnun değildim ve artık onlara hayır diyebiliyordum ama yine de beni büyütmüş oldukları gerçeğini göz ardı edemiyordum, buna vicdanım izin vermiyordu. Onları tamamıyla reddemiyordum. Sanırım bunu yaparsam onlara nankörlük etmiş olurdum.

Yine de bu gitmek istemediğim gerçeğini değiştirmiyordu.

Derin bir nefes alıp ayakkabılarımın ucunu izlemeye başlamıştım şimdi. Ellerimi göğsümde birleştirip kafamdaki sesleri susturmayı denedim ama zihnime işlemek için benden çok daha hızlılardı.

Onları reddetmek beni acımasız biri yapar mıydı? Yoksa bir kopuşa daha  mı izin vermeliydim? Bu kadar hızlı olmasını kaldırabilir miydim? Sanmıyordum.

Üst üste sahip olduklarımı kaybetmek beni darmadağın ederdi. O kadar güçlü biri değildim.

Henüz Haruto'nun yokluğunu sindirmeye çalışıyorken kağıt üstünde de olsa anne ve babamı da bırakmak istemiyordum. Belki yapmalıydım ama uygun zamanın şimdi olduğunu düşünmüyordum. Henüz boşluktan kendimi kurtaramamışken oraya hapsolmak istemiyordum.

cigarettes and alcohol ᥫ᭡ w.harutoWhere stories live. Discover now