Bölüm 3

53.2K 2.2K 1K
                                    

Bölüm düzenlendi. Bu yüzden eski yorumlar aşağıda görünecek! ❤️‍🔥
(Kitap halinde ekstra bölümler vardır.)

Karnım kaburgamdan süzülen kanla boyanmışken ve elimde ona ait bir hançer varken arkadaşımın aniden içeri girebilmesi tamamen benim tedbirsizliğimden kaynaklanıyordu. Sosha'yla birlikte olduğum yerde donup kaldım.
Hay böyle vaziyetin!
Yere düşmeye başlayan kan damlalarına ve hançere baktıktan sonra normalden daha iri görünen gözlerini benimkilere çevirdi. Büyük olasılıkla az önce kendime ne yaptığımı ve neden yaptığımı düşünüyordu. Korkunç göründüğünün farkındaydım.
Belki de intihar izlenimi yaratmıştım. Onun tam olarak bunu düşünmesinden korktum.
Bu bana yapıştırılabilecek bir damgaydı. Bunu ben bile rahatlıkla söyleyebilirdim. Çünkü ben her zaman pes etme olasılığı yüksek olan taraftım, o ise sarsılmaz ebeveyn rolünü üstlenen kişiydi. Ben hata yapardım, o da bunun bir hata olduğu konusunda uyarıda bulunarak durumu aydınlatır ve doğru yolu gösterirdi.
O zamanlardan birini yaşadığımızı düşünmesini isteyip istemediğimden emin değildim. Her iki türlü de boğucu öğütlerini peşime takacaktı. Gerçekten uzak ama şu anki sahneye uygun olacak çeşitli yalanlar düşündüm. Onu ikna etmem ve ne yaşandığından emin olana kadar asıl olayı gizli tutmam gerekiyordu. Aksi taktirde yaptığım şeyi saçma ve tehlikeli bulur, konuyu açılmamak üzere kapatmamı isterdi.
Sessizliği bozunca irkildim.
"Ne halt ediyorsun sen?" Yüzündeki ifadede tiksinti ve endişe parçaları harmanlanmıştı. Sesi kendime gelmemi sağlamıştı, panik içerisinde aklımdaki onlarca yalandan birini seçmeye çalıştım..
Konuyu saptırabileceğimi düşündüm. Buna dayanarak çekmecesinden çaldığım tüpü tutup tereddütle görebileceği bir noktaya kaldırdım. İçindeki gece gibi sıvıdan gözlerimi ayırmak için çaba sarf etmem gerekiyordu.
Şaşkın yüzü sinirle çarpıldı.
Tek kelime etmeme gerek kalmamıştı. Tüpü görür görmez kapıda yarım yamalak dikilen bedenini şimşek gibi içeri atmıştı. Hiddeti o kadar belirgindi ki, yüzünü bir kâğıda bastırsam 'öfke' duygusunun harfleri yan yana dizilirdi.
"Zulanı patlattığım için mi bu kadar kızdın?" diye sordum. Bu tavrı ellerimin titremesine neden oluyordu. Sızlamaya devam eden kesik henüz acısını yitirmiş değildi. Parmağımdaki dal ise... Bunu daha sonra uzunca bir süre düşünecektim.
"Onu derhal bana ver," dedi Sosha. Bunları söylerken aynı zamanda tüpe ulaşmaya çalışıyordu. Uzaktan bakan bir göz güreştiğimizi düşünebilirdi ama birbirimize dokunmuyorduk bile.
"Bir açıklama yapmadan asla. Neler sakladığını gördüm, Sosha." Tavırları merakımı güçlendirmişti. Sosha öfkeli bir hırıltı çıkardı.
"Her şeyi sadece zorlaştırıyorsun!" Bunu bıkkınlıkla söylemişti.
Tüpe ulaşamayınca hiç ihtimal veremeyeceğim bir atakta bulundu. Diğer elimden hançeri alıp sivri ucunu bana doğrulttuğunu gördüm. Dudaklarımdan bir şaşkınlık nidası kaçıp gitti. Tüpün onun için bu kadar kıymetli olacağı kimin aklına gelirdi ki?
Bu hareketi karşısında içime yerleşen korku ve saçma bir kırgınlık hızla merak duygusunu bir kenara süpürdü. O anda kalbimin kırıldığını biliyordum. O hançerle beni öldürebilecek olmasının verdiği korkudan bile daha ağır bir duyguydu. O benim dostumdu. Dostlar birbirini doğramazdı. Hamlesiyle birlikte hançere yansıyan ışığa baktım. Tüm sözler, tüm sorular dilimde sönüp gitti.
"İstediğim ufak bir açıklama," derken her cümlemin kanlı bir savaştan önceki son sözlerim olmasından korkuyordum. "Ne istediğinle ilgilenmiyorum."
Yeniden tüpe uzandığında elimi son anda parmaklarından kaçırdım. "Ver. O. Tüpü," dedi bir kez daha. Her kelimeyi ısrarla vurgulamıştı. Sinir katsayısı yükseldikçe biraz daha yabancı birine benziyordu. Artık tüpün onun için ne ifade ettiğiyle ilgilenmiyordum. Merak ettiğim şey, tüpün içindeki sıvının önemiydi. Karşımdaki kıza baktığımda tanıdık bir yüz göremedim. Bu yüzden öfkesine tiksinerek baktım.
"Ya vermezsem?" dedim kaşlarımı kaldırarak. Hâlâ beni öldürebileceğine inanmıyordum.
Ama çok yanılmıştım.
"Kahrolası sen ve kahrolası merakın," dedi tükürürcesine. Bir çırpıda söylediği kelimelerin yüzüme yapıştığını hissettim.
Hançerini savurarak üzerime atıldı. Geri sendelediğimde sırtım duvara çarptı. Durması için bağırmaya çalıştım ama sesim ona uğramadan havaya karışıyormuş gibiydi. Sosha hiç aldırış etmedi. Ben de onu düşünmemeliydim. Kaburgamdaki kesiği sızlatacak şekilde bedenine bir tekme savurdum. Nereye isabet ettiği umurumda değildi. Şanslıydım ki, karnına çarpan tekmem onu geriye doğru savurmuştu.
O artık daha öfkeli görünüyordu. Ben ise tüpü vermemek konusunda çok daha kararlıydım.
"Beni dinle," derken sadece onu yatıştırmak için konuşuyordum. Arkasından söyleyecek hiçbir şeyim yoktu.
Ama o yatışmadı.
Hançerini fırlatmak üzere havaya kaldırdı. Bu aynı zamanda içimde bir şeylerin koptuğunu hissettiğim andı. Buradan sonrası bir hıçkırık kadar hızlı gelişti. Bedenime kalkan yapmak için elimi hızla havaya kaldırdım. Böylece hançerin vereceği zarar daha az ölümcül olacaktı. Fakat elimi kaldırmamla birlikte parmağıma sarılmış dal bir ok gibi yerinden fırladı. Sosha'nın alnının ortasına konuşlanmıştı.
Bedeninin yere çarpmasıyla çıkan ses, dolu bir çuvalın düşmesiyle çıkan tok gürültüye benziyordu.
Kanım damarlarımda dondu. Ölmüş olamazdı.
İdrak süresince yerde yatan bedene bakarak geçirdiğim dakikaları sayamadım. Tüp elimden kayıp fayansa düştüğünde camın kırılma sesi donmuş kaslarımı yeniden uyandırdı. Sosha'nın başucuna çöküp onu omuzlarından dürtmeye başladım. Elbette hiçbir ses yoktu. Hepsi, buradaki her şey çok fazlaydı. Ellerim ona dokunmayı reddederek bedeninin üstünde gezdi. Yapamadım. Ona dokunamadım. Suçluluk duygusu her geçen saniye keskin dişlerini etime daha da geçiriyordu.
Ağlıyor, titriyor, anlamsız haykırışlar çıkarıyordum.
"Sosha?" diye seslendim. Tükürük ve gözyaşları arasından isim dusaklarımdan belli belirsiz çıkmıştı.
Kalbim pişmanlıkla kasıldı. Nasıl olduysa dal parçasına bu gücü verdiğimi düşünüyor ve kendimi bu cinayetten sorumlu tutuyordum. Tüpü ona vermeliydim. Lanet olası işe yaramaz tüpü o hâlâ canlıyken ellerine tutuşturmalıydım.
"Sosha?" Kalkıp saçımı kulağımın arkasına sıkıştırmasını, kötü bir dönemden geçtiğimizi ama hepsini beraber atlatacağımızı söylemesini istedim. Yapamayacaktı. Çünkü alnının ortasına bir dal saplamıştım.
Adeta görünmez bir ip boğazıma dolanmıştı. Bu ipin keder olduğunu biliyordum. Belki de ömrüm boyunca orada kalacak bir ipti. O anda Sosha'nın kalbimi avuçlarında sıkıp ezmesinin beni daha az yıpratacağına karar verdim.
Tüm bu kasvetin arasında içeriye lacivert bir sis yayılıyordu. Sisin kaynağını görebilmek için titreyen ellerimle havada delikler açmaya başladım. Çenemden yere bir gözyaşı daha damladı. Ne olduğunu gördüm. Tuzla buz olan tüpteki sıvı hızlıca havaya karışıp sis haline geliyordu.
Ayaklarıma dolanmaya başlayan sisten bir adım uzaklaştım. Geri adım attıkça sis de benimle ilerliyordu. Bedenimi bir panik dalgası sarmıştı. Artık bir şekilde ayaklarımın altındaki fayanstan aşağı çekildiğimi hissediyordum. Az önceki keder yerini bir anda korkuya bırakmıştı. Telaşla uzanacak bir şeyler bulana kadar bu çekimin güçlü bir vakum haline geldiğini fark ettim.
Korkunç. Dehşet verici.
Banyomun zemini beni yutuyordu.
Saniyeler içinde belime kadar sis bulutuna gömüldüm. Çığlıklar atıp debeleniyor, nerede olduğunu bilmediğim ayaklarımı savuruyordum. Sis beni göğsüme kadar yuttuğunda tutunabilmek umuduyla ellerimi banyonun zemininde gezdirdim. Bu açıdan sadece yerde cansız yatan arkadaşımın ayaklarını görebiliyordum. Ona bir tören düzenlemeli ve hak ettiği şekilde ruhunu huzura kavuşturmalıydım. Ama şu anda, bir bilinmezliğe savrulurken bunu yapabileceğimin garantisini veremezdim. Biraz sonra görüş açım tamamen kapandığında elime sadece bir kumaş parçası geldi.
Tutunacak hiçbir yer yokken öylece boşluğa düşüyordum. Banyomun zemininden bir hiçliğe doğru düşüyordum.
İlk önce sonsuza dek düşeceğimi düşünmüş, sırtım yumuşak poşetlerle buluşuna kadar çığlık atmayı bırakmamıştım. Benimle birlikte düşen kumaş parçası yüzüme dolanmış olduğu için etrafı göremesem de bir çöp kutusuna düştüğümü çürük kokusundan anladım.
Çırpınırken ellerime ve bedenimin geri kalanına bulaşan belli belirsiz sıvılar öğürmeme neden oldu. Nihayet kumaşı yüzümden ayırdım ve biraz bakınca ne olduğunu anladım. Pelerinim.
Gözümü açar açmaz ilk işim çevremi incelemekti. Evimin banyosundaki delikten hangi boşluğa düştüğüme dair bir cevap arıyordum. Gökyüzü tüpün içindeki sıvının rengindeydi. Biraz daha mor bir gece gibi görünüyordu. Dar bir sokak arasındaydım ve çatılar yüzünden gökyüzünün sadece küçük bir kısmını seçebiliyordum. Yine de buradan bakıldığında banyoma dair hiçbir iz yoktu. Orada yaşananların hiç gerçekleşmemiş olmasını diledim. Ritmik atışlar hâlâ boğazımdaki yerini koruyordu.
Kalbimi böyle çarptıran şey hissettiğim duygulardan hangisiydi? İçimdeki korku ve şok öyle büyüktü ki, onları birer bebek gibi doğurabileceğimi düşündüm.
Tiksintiyle buruşmuş suratımla çöp konteynerinin içinden çıktım. Sutyenimle duruyordum, kanla kaplanmış karnım hâlâ ortadaydı. Pelerinimi giyip dar sokağın sonuna doğru yürüdüm. Kalabalığın sesini buradan bile duyabiliyordum.
En son ne zaman iki kişiden fazla olmuştuk ki? Zihnim arkadaşımın cansız bedeninin görüntüsünü önüme serdi.
Benim yüzümden...
Kimse hiç tanımadığım bu sokağın ortasına gökten düştüğümü ve aslında tam orada evimin banyosunun olduğuna inanmayacaktı.
Kalabalığa karışmak için hazırlanarak başlığımı kapattım ve pelerinimle önümü gizledim... yani sutyenimi.
"Herkesin zaten varlığını bildiği gerçeği saklamanın bir anlamı yoktur, Alessia," demişti annem bir defasında. O zaman bu sözlerinde eski ve yaşlı karşı komşumuz Ivy'nin gittiği her evden yemek çalmasını kastediyordu ama bu cümlesini şu anda bile "sutyen" ile bağdaştırıyordum. Bir hırsız olmasına rağmen, Ivy'nin komşumuz olduğu dönem şüphesiz hayatımın en sevdiğim bölümüydü. O zaman anne ve babama her arzu ettiğimde ulaşabiliyor olmamın ne kadar da öngörülemez bir güzellik olduğunu fark edememiştim. Ancak şimdi dilimde acı bir tat bırakarak kendini fark ettiriyordu. Onları benden alan kazaya "talihsizlik" veya en basitinden "kaza" demek hissettiğim acıyı tarif edemiyordu. Bu bir felaketti. Şu anda bile hissettiğim fevkalade bir sancıydı. Onları hatırlamak, içimdeki sazın en ince tellerine dokunup kalbimi sızlatmıştı. Anılar bazen ayak bileğine dolanarak insanı yavaşlatan görünmez prangalar olabiliyordu. Çok ağır ve adımların peşinden sürüklenen prangalar...
Yürümeye devam ederken aynı zamanda gözlerimi sıkıca kapatıp zihnimi temizlemeye çalıştım. Tam bu sırada ara sokaktan çıkmış olmalıyım ki bedenime çarpan sert bir omuz nefesimi kesti. Elim hızla hâlâ taze olan yarama giderken çoktan iki büklüm olmuştum.
Kadın ufkumu açan bir küfür savurduktan sonra, "Sakar," diye seslendi. "Hangi sivri kulaklı yürürken gözlerini kullanmana gerek olmadığını söyledi ve sen de bir 'enayi' olarak buna inandın?"
Düşen kesesini almak için yere uzandığında mor parmaklarını gördüm. Gözlerim parmaklardan yukarısını hızla takip etti. Gördüğüm manzara karşısında boğazımı yırtan bir çığlık attım. Kadın kınayan bakışlarını üstümde gezdirerek beni inceliyordu. MOR TENLİ KADIN MI?
Gerçek değil, gerçek değil, gerçek olamaz.
"Senin hiç saygın yok mu?" Sanki ayıp bir şey yapmışım gibi kocaman kahverengi gözleriyle kınayarak yüzüme bakıyordu. "Bugün o kadar da çirkin görünmüyorum." Başlığını muhtemelen güzelliğini bana ispatlamak için kaldırmıştı. Bir çığlık daha istemsizce dudaklarımın hapsinden kaçıp gitti. Bir boğanınkine eşdeğer boynuzları başının en tepesindeydi, uç kısımları dalgalı saçlarının arasından yükseliyordu. Ellerimi dudaklarıma sıkıca bastırdım. "En azında ölüm döşeğinden su almaya kalkmış gibi görünmüyorum," dedi yüz ifademi taklit ederek. Beni betimlediğini anlamam zor olmadı.
Gözlerimi hâlâ ondan alamıyordum. Bugünlerde gözlerimi alamayacağım birçok şey görmüştüm. Ama bu kadın...
Belki yeterince bakarsam gerçek olmadığına ikna olabilirdim. Saçını sivri kulaklarının arkasına attığında bu sefer kendi irademle geri sendeledim. Geriye attığım adım, mor kadının arkasında kalan caddeyi görmemi sağladı.
Tanrım...
Düzensiz kütüklerden yapılmış derme çatma küçük İskandinav tarzı evler Viking masallarından uyarlanmış gibiydi. Bütün cadde bu şekildeydi. Kütük evlerden oluşuyordu.
Mor kadın memnuniyetsiz bir nefesi yüzüme üfleyerek yoluna devam etti. Uzaklaşırken hâlâ uygunsuzca söylendiğini ve beni ayıpladığını duyabiliyordum.
Köşede mor renkli, dev gibi boynuzları olan bir... adamın fıçıdan içecek sattığını gördüm. Caddenin diğer bir yanında mor tenli bir kadın insanı vahşete davet eden ürünlerin başında duruyordu. Zırh, miğfer, kalkan ve korkunç büyüklükte baltalar. O büyüklükteki baltayı kaldırabilecek bir gücün var olup olmadığını merak ettim.
Gözlerim yeni atılan zar gibi dönüyordu. Herkes mordu. Boynuzlu ve mor. Kadın ya da erkek fark etmeksizin, etraftaki herkes yamalı deriler ve postları ilkel birer savaşçı gibi kuşanmıştı.
Öylece dikilirken önümden rüzgâr kadar hızlı biri geçti. Koşarak uzaklaşmadan önce pelerininin savrulan eteği çenemi sıyırmıştı. Sanki içimden bir dal çıkmamış, az önce arkadaşımın ölümüne sebep olmamış, esrarengiz bir sisin içinden buraya düşmemişim gibi gözlerimi kızgınlıkla giderek uzaklaşan adamın sırtına diktim.
"GLADYATÖRLER!"
Kim dedin?
Sesin kimden geldiğini anlayamadım. Herkes korkuyla kaçışmaya başlamıştı. Köşedeki mor adam fıçısını bırakıp çoktan toz olmuştu. Evlerin perdeleri hızla kapanırken caddenin en gerisinden çığlıklar yükseldi. Ardından sesler aynı hızda tamamen kesildi. Ateşlenen bir tabancanın sonrasında etrafa çöken türden bir sükunetti. Bu bile başlı başına bir tehdit gibi hissettiriyordu. Oyundaki joker karakter gibi etraftaki paniği hareketsizce izledim.
Ama joker değildim. Tek bir canım vardı.
Ellerimi bir yere koymak isteyecek kadar panikledim. Ben de saklanmalıydım. Eğer sonsuza kadar sessiz biri olarak kalmak istemiyorsam.
"Orada!"
Far görmüş tavşan gibi ortada dikilmeye devam ederken irkilerek sesin geldiği yöne doğru baktım. Başlarında ağır olduğu her halinden belli olan miğferleri, metalden zırhları, ellerinde ise dikenli çekiçleri ya da tırtıklı kılıçları vardı. En önde duran adamın parmağı beni işaret ediyordu. Doğruyu söylemek gerekirse, korkudan ölmek üzereydim. Bir grup gladyatör bana doğru yürürken her adımlarında yer sallanıyormuş gibi hissetim.
Tanrım tüm günahlarımı bağışla. Ben ölmek istemeyen bir katilim ve bundan kurtulmama yardım etmen için dua edebilecek kadar yüzsüzüm. Biliyorum, kulağa hiç hoş gelmiyor.
Aramızda sadece metreler kalmasına rağmen donakalmış bedenim çözülmemek için direniyordu. Ensemden aşağı inen ter damlası sırtıma doğru süzüldü. Henüz yatışmış kalbim rakip tanımaz hızını yeniden sergiliyordu. "Koş, kızım." Fıçının sahibi saklandığı evin penceresinden fısıldamıştı. Onun gözlerinde de korkunun parıltısını görebiliyordum.
Bacaklarımda var olduğunu bile bilmediğim gücü kullanarak koştum. Neden peşimde olduklarını bilmiyordum. Belki sebep yalnızca varlığımdı. Belki de mor renkli ve boynuzlu olmamamdı. Mantıklı düşünmemi engelleyecek kadar korkunun esiri olmuştum. Belki de son yaşananlarda mantık aramayı bırakmam gerekiyordu?
Nereye gittiğimi bilmediğim için sadece taşlı yolu takip ettim. Kulağıma yalnızca kendi düzensiz nefeslerimin sesi geliyordu. Sosha'nın böyle bir durumu kolaylıkla atlatabileceğinden emindim.
Tanrım, ben iğrenç bir insanım.
Sosha'ya yaptığımı düşününce durup gladyatörlerin silahlarına teslim olmak istedim. Koşarken zırhlarından yükselen metalik sesi duyabiliyordum. Kılıcın kınından çıkmasını anımsatıyordu. Dehşetin kollarındayken ne kadar ürperebilirsem o kadar ürpermiştim.
Yanmış bir kütük evi gözüme kestirdim. Camları ya da kapısı yoktu. Girip arka camdan çıkarsam içeride saklandığımı düşünebilirlerdi. Bana zaman kazandırırdı. Hiç duraksamadan içeri daldım, bunu gördüklerinden şüphem bile yoktu.
Küller hâlâ havada asılı duruyordu. Ağır koku gözlerimi yakarken pelerinimin yakasıyla burnumu kapattım. Ölümün nasıl koktuğunu bilmesem de böyle kokacağından emindim. Yangın evle birlikte eşyaları da beraberinde götürmüştü. Eskiden muhtemelen güzel olan şeylerin artık hiçbir ayrıntısı seçilmiyordu.
Pencereden atladığım sırada metal sesleri evin içinden gelmeye başlamıştı. Kendi aralarında konuşuyor, evin farklı bölümlerini aramak için görev paylaşımı yapıyorlardı. Planladığım gibi.
Koşmaya devam ederken arkası boş kalan tezgâhların birinde gördüğüm arbaleti mahcup bir şekilde aldım. Çaldım. Giderek daha çok şeytanın çocuğu haline geliyordum. Bir sokağa dönüp üst üste dizilmiş varillerin arkasına saklandım. Varillerin köşelerinden caddeden kimin geçtiğini görebilecek bir boşluk bulmuştum, nefesimi düzene sokmaya çalışıyordum.
O sırada bir gladyatör dev cüssesiyle görüş alanıma girdi. İkinci defa onlardan birini baştan aşağı süzme fırsatı bulduğumda çıplak ayaklarının yerinde eller olduğunu fark ettim. Yanıldığımı düşünerek yeniden daha uzun bir süre baktım. Bacaklarının sonunda -aynı kollarında olduğu gibi- beş uzun parmağıyla hareket eden bir çift el duruyordu.
Bu nasıl olur?
Beni görmemesine rağmen adımlarını bu tarafa doğru yöneltmişti. Gözlerimi kapatıp her şeyin sona ermesini beklemek istiyordum, yorganın altına saklanmayı ve dışarıdaki karanlığı görmezden gelmeyi arzuluyordum. Bunlar güzel alternatifler olabilirdi. Tabii eğer basit bir depresyon sürecini atlatmaya çalışıyor olsaydım.
Bana yaklaşan adımlar karşısında arbaleti varilin boşluğundan onu vurabileceğim şekilde kaldırdım. Daha önce kimseyi vurmamış ya da nişan almamıştım. Ama bu yaşamak için son şansım olabilirdi. Koşmaya devam edemez, gladyatörlerle savaşamazdım. Eğer ok yaydan çıkarsa, hedefe isabet etmesi için dua etmekten başka şansım yoktu.
Sonra ne olacaktı?
Sonunu düşünen kahraman olamaz, dedim kendime. Bu sırada zihnime musallat olan iç sesin kaybolduğunu yeni fark etmiştim. Ama üzerinde düşünmeye zaman bulamadığım birçok şey arasında bu oldukça küçük bir detaydı.
Ansızın dudaklarıma bir el kapandı. Başka bir el ise arbaleti elimden almaya çalışıyordu.
Bitti, dedim içimden. Buraya kadarmış.
"Sakın," derken fısıldıyordu. "Bu seninle birlikte birçok kişinin ölüm fermanı olur."
Gözlerim hâlâ gladyatördeyken arkamdan gelen fısıltıya hızlı ve uysal bir şekilde başımı salladım. Hayatta kalmak için bu kadar çaba göstermişken inadımdan ölmemeliydim.
Belki de beni öldürmezdi?
Arbaleti hızla elimden aldı. Dudaklarımı örten parmaklardan toz ve kir kokusunu alabiliyordum. Kafamı bastırdığı yerin göğsü olduğunu tahmin ettim. Savaş stratejim saklanmak ve kaçmakla sınırlıydı. Eğer iri bir düşmansa, seçeceklerimin arasında sonuncu bile değildi.
"Bırakıyorum," Onayımı beklercesine duraksadı. "Uslu durursan sana zarar vermem. Ama eğer..." Başımla onayladım.
Ama eğer...
Beni serbest bıraktığı anda ona doğru döndüm. Baştan aşağı siyahtı. Pelerinin başlığı ve maskesi yüzünden sadece gözleri seçilebiliyordu. Mavi gözleri. Bana baktığında kocaman olan mavi gözleri.
"Seni tanımıyorum," derken sesini olabildiğince alçaltmıştı. Anlam veremediğim bir şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu. Sorusunun ciddiyetini sorgulayarak ellerimi iki yana açtım.
Ciddi miydi bu?
"Çünkü genelde insanlar ilk kez görüştüklerinde birbirlerini tanımazlar?" Bunu söylerken kaşlarım havadaydı. Aptal birinden korkmama gerek olmadığını düşünüyordum. Gözleri arkamdaki gladyatöre doğru kayınca onunla birlikte kontrol etme ihtiyacı duydum.
Sayıları ikiye çıkmıştı.
"İmparatorluk askerlerinden birine zarar vermeye kalkarsan, bunun karşılığında seni ve türünden birkaç kişiyi katlederler." Bir şey söyleyecekmiş gibi ağzımı açtığımda elini kaldırıp beni durdurdu. "Bu herkesçe bilinen bir kuraldır. Senin yaptığını sadece suikastçılar yapar."
Gözlerini kısarak şüphelendiğini belli etti. "Ama -nasıl oluyorsa- bunu bilmediğinin farkındayım. Başka bir nokta ise..."
O kadar hızlı konuşuyordu ki birazdan fısıltımızın duyulacağından korkuyordum.
"Onlara senin gibilerin zarar vermesi pek söz konusu değil. Çünkü eğer denersen-"
İki gladyatörle göz göze geldik. Koşmaya başlamadan önce, "İşte böyle olur," dediğini duydum. Yabancı bir anda harekete geçip çok hızlı bir şekilde koşmasına rağmen hemen arkasında onu takip etmeye çalışıyordum. Tekrardan var gücümle koşmaya başlamıştım ancak yine de yabancının arkasında kalıyordum.
"Arbalet," dedim bağırarak. "Onu sahibine vermeliyim."
Adam cevap olarak arbaleti pelerinin altında bir yere gizledi. "Daha önce hiç seni parçalamaya gelen gladyatörlerden kaçmamış gibi konuşuyorsun."
Midem ağzıma geldi.
"Çünkü bunu yapmadım."
Yanlışlıkla olmuş gibi aniden durup yüzüme baktı. Refleks olarak onunla birlikte durdum. Sadece gözlerinden bile, "Ne?" diye sorduğunu anlayabiliyordum. Hemen ardından ne durumda olduğumuzu hatırlayıp koşmaya devam etti. Afallamış bir şekilde onu taklit ettim, arkada kalan kişiyi kapacaklarmış gibi hissediyordum.
Cansız bir ormanın içinden koşmaya devam ettiğimiz sırada kütük evler çok geride kalmıştı. Hiç konuşmadan sadece koşuyorduk. O koşuyordu, bense yamuk adımlarla peşinden sürükleniyordum. Nereye gittiğimizi bilmeme rağmen sormak istemiyordum. Beni olabilecek en kötü senaryoya sürüklüyor olsa bile şimdilik bunu öğrenmeye gücüm yoktu. Şaşırmak ya da bir felaketle daha karşı karşıya kalmak, kalbim için çıkmazdan önceki son dönüş olabilirdi. Aslında... kesinlikle öyle olurdu.
Sosha için eve dönüş yolunu bulmam gerektiğinin farkındaydım. Ama mor... insanlar gibi burada başka fantastik canlıların da olup olmadığını merak ediyordum. Bu dünyayı merak ediyordum. Tüpün beni attığı bu evren bir şekilde tatmin duygusu hissetmemi sağlıyordu. Bu uzun süre sonra bir yudum su içmek gibi bir histi. Az önce nitelikli kasaplar tarafından kovalandım. Zihnim bu gerçeği bastırdı. Hoşuma gitmemiş olsa da doğruydu. Sosha'nın cansız bedenine dönmeliyim. İşlediğim suçun cezasını çekmeliyim.
Adama hızını yavaşlatıp en sonunda durdu.
"Ben bu taraftan gideceğim." Ormanın sağ tarafını gösteriyordu. Her yanı aynı cansız ağaçlarla kaplı bu yerde yönünü nasıl ayırt edebilmişti?
"Sen nerede yaşıyorsun?"
Tam o anda, havanın ne kadar soğuk olduğunu fark ettim. Belki de pelerinin altına bir şey giymediğim içindi.
"Birox," Kollarımı kendime sardım. Sanki olduğum yerden evimi gösterebilirmişim gibi çevreme baktım. "Zaten etrafta bizim mülkümüz dışında hiçbir şey yok."
Adam kaşlarını çattı ve bir adım yaklaşıp kulağını bana doğru eğdi. Bu haliyle Hırsız Ivy'ye benziyordu. Her defasında, "Yaşlılar böyledir," derdi. Güneşli ve güzel bir günde ölmüştü. Tanrılara çaldıklarının hesabını vermesi çok uzun sürmüş olmalıydı. Eh, nihayetinde liste oldukça kalabalıktı.
İyi şanslar Ivy.
"Neresi dedin?" Bu soru kesinlikle koca bir tersliğin kanıtıydı.
"Birox," diye tekrar ettim.
Attığı adımı geri çekip ellerini beline koydu. Gökyüzüne bakarak aldığı sıkıntılı nefesi yere doğru verirken geniş omuzları gözüme daha iri göründü. Bu tepkisi hoşuma gitmeyecek şeyler duyacağımın belirtisiydi. Hayır. Söyleme. Bununla başa çıkmak istemiyorum.
"Pekâlâ. O zaman, benimle gelmeni söyleyeceğim ve sen de sebebini sormayacaksın."
Nedense buna şaşırmamıştım. Bedenim, içimde küçük bir endişe belirmesi dışında sanki bunu zaten biliyormuş gibi tepki vermişti. O kadar dalgındım ki, kafamı onaylar şekilde sallarken, 'Neden?' diye soracak gibi oldum.
"Çünkü evine gidemezsin." Dilimin ucuna gelen soruyu fark ettiğinden hızlıca cevaplamıştı. Sözlerinin devamı yoktu. Zaten onunla gitmem gerektiğini söylediğinde eve ulaşamayacağımı anlamam zor olmamıştı. Bana kısa bir bakıp gözlerini uzun bir süre için kapattı. Acıma duygusunu fark ederek rahatsız oldum. Nasıl olduğunu bilmesem de Sosha'ya yaptığım şeyi anladığını düşünmeye başlamıştım.
Bu imkânsız. Rahatla, kızım.
Koşarak geldiğimiz yola yürüyerek devam ettik. Anlaşılan tehlike duraksadığımız nokta itibariyle sona ermişti. Patika yollardan geçiyorduk, karanlık nedeniyle ormanın ayrıntılarını görmek mümkün olmuyordu. Ama bir şeyler eksik ve yanlış hissettiriyordu. Böcek de dahil olmak üzere, etrafta en ufak bir hayvan bile görememiştim. Sanki orman kendisininki ile birlikte bütün canı alıp saklamış gibiydi.
Çok soru vardı. Sahip olmadığım cevaplarla adımımı bir diğerinin önüne atmaya devam ediyordum. Sormak ya da düşünmek. Sorunlardan bir çıkış yolu aramak şu anda yapmak istediğim son şeydi. Yabancının adımlarını izlerken var olan son enerjimi kullanıyordum.
Ne cesaretti öyle! Rastgele bir yabancının adımlarını takip ediyordum. Beni gittiği yere götürmesine müsaade etmekle kalmayıp bunu hiç sorgulamadan yapıyordum. Eğer yaşamak için biraz şansım kaldıysa, tek başımayken bu şansı kullanamayacağımdan emindim. Sorgulama, sadece yürü.
Tüm bunlarla uzun bir uyku çektikten sonra ilgilenecektim. Belki de uyanır ve aslında her şeyin bir rüya olduğunu fark ederdim. Belki de beni uyandıran Sosha'nın canlı sesi olurdu. Kalbim bir kez şiddetle kaburgalarıma çarptı. Onun da içinde arkadaşımın olmadığı düşüncelere ihtiyacı vardı.
Yabancı durduğunda başımı kaldırdım. İşte o zaman, tam karşımızda duran kapıyı gördüm. Klasik demir rengi olmasaydı bir sarayın bahçe kapısına yakışabilirdi. Kocaman anahtarı çevirdiğinde süslü kapının dev kanatları içeriye doğru açıldı. Kapının arkasındakileri görmeyen biri malikâne gibi bir yere gireceğini düşünebilirdi. Ancak uzun giriş yolunun sonunda hiçbir yapı yoktu. Çitlerle çevrili boş ve karanlık araziye baktım. Sırtımı ona doğru dönmüştüm, karanlıkta bir şeyler seçmeye çalışıyordum.
"At mı koşturacağız?" dedim geniş alanı görünce.
"Sence atım olsa ayaklarım zonkluyor olur muydu?"
Dakikalarca uğraşıp kapıyı ardımızdan geri kapattığında bu güvenlik önleminin hangi taraf için olduğunu düşündüm. Yabancı önüme geçip boş arazinin ortasına doğru yürürken ayaklarım korkuyla karıncalandı.
Yaklaştıkça ortada bulunan bir alanda toprağın darmadağın olduğunu fark ettim. Sanki sadece o bölgede bir deprem olmuş, eskiden yüzeyde duran yapıyı yutuvermişti. Üst üste binmiş moloz yığını deprem tahminimi desteklemişti. Yabancı yamuk duran yıkıntıların başında biraz daha yaklaşmamı bekliyordu.
Çevreyi kontrole etti. "Daha çabuk." Uyarısını destekler şekilde eliyle gelmemi işaret etmeyi de ihmal etmemişti. Yanına gelir gelmez ağzımı açtım ama o yeniden elini kaldırdı.
"Lütfen, sorgulama."
Nahif ses tonu karşısında afalladım. Belki de bir ikna yöntemiydi. Ama buna hiç gerek yoktu. Hiçbir şey duymak ya da görmek, en ufak bir adrenalin yaşamak istemiyordum.
Eğilip molozun altına girdi.
Bir anda gözden kaybolmuştu. Girdiği zifiri karanlık boşluğa panikle baktığım sırada dirseğinden yukarısını göremediğim kolunu dışarı uzattı. Elini tutup yıkıntıların altına girdim. Karanlık bir yorgan gibi bedenimi sarmalamıştı.
O kadar büyük bir karanlıktı ki, kendi ayaklarımı ya da onun elini tutan parmaklarımı bile göremiyordum.
Öncesinde merdivenden inmiş, ardından bir labirent gibi hissettiren koridorlara girmiştik.
"Üzgünüm," dedi elimi sıkarak. Sert tutuşunu kastettiğini anlamıştım, neden tutmak zorunda olduğunu da. Bir kere daha elimi çekiştirerek beni yönlendirdi. O kadar keskin ve kendinden emin adımlarla ilerliyorduk ki; bir an için buranın zifiri karanlık olmadığını, sadece görme yetimi kaybettiğimi düşündüm.
Siyahlığın ortasında bir ışık huzmesi göründü. Ne kadar uzak ya da yakın olduğunu kestiremiyordum. İnce, uzun ve yatay şeklin içinden ışığa adım atınca gözlerim aydınlık yüzünden sulandı. Artık karşımda yerleşik bir düzen duruyordu. İşte o anda, yüzeydeki yapının nereye kaybolduğunu anladım. Tam da düşündüğüm gibi, tabiri caizse yerin dibinde olması gerektiği gibi duruyordu.
Yabancı elini çekmişti.
Beyaz fayanstan zemini ve ancak önemli bir binanın girişinde görülebilecek, ortasında artık su akmayan minik bir havuz bile bulunan dev bir hol vardı. İki yandan kavisli biçimde yukarı uzanan merdivenler, duvar şamdanları... Bu kadar mumu yakmakla görevli biri var mıydı?
"Burası..." diyebildim. Eğer devamını getirirsem soru sormaya başlayacaktım.
Yabancı sorulmayan soruyu, "Nanta," diyerek cevapladı. Ağzından, "Ev," diyormuş gibi çıkmıştı. Her yere dokunan bakışlarım eşliğinde bu ismi tekrar ettim. "Nanta."
Bir şeylerle meşgul olan herkes duraksayarak bize bakmaya başlamıştı. Öylece hareketsiz bir şekilde duruyorlardı. Rahatsız olarak yerimde kıpırdandım ve üzerimi düzeltme isteğime karşı koymaya çalıştım. Yabancının boğazını temizlemesiyle hepsi aynı anda işlerine geri döndü.
Bir grup insan ellerindeki sepetlerde kıyafetler taşıyor, aralarında konuşarak aynı yöne doğru gidiyorlardı. Yabancının peşine takıldım. Tencere taşıyan iki oğlan önümüzden geçerken çarpışmaktan son anda kurtulduk. Bir anlığına beni süzdükten sonra yabancılarla göz göze gelip yollarına devam ettiler.
Gözlüklü yaşlı bir adam eğilerek yabancıya selam verirken beni görmezden geldi.
Her yerden insan çıkıyordu. Bir şehrin sokaklarını yaşatacak şekilde bu duvarların ardında bir yaşam kurulmuştu.
Takım elbise giymiş kaşları çatık bir adamın bize doğru hızla yaklaştığını gördüm. O sırada yabancı yine keyifsiz bir nefes aldı. Bu adamdan hoşlanmayacağımı anlamıştım. Yaklaştıkça bol pantolonunu ve kazağını yerlere kadar uzanan hırkasından ayırt edememekte ne kadar haklı olduğumu gördüm.
Yaklaştı, yaklaştı ve en sonunda yanımızdan geçip gitmeden önce hiddetle, "Odama," diye seslendi. Ondan hoşlanmamıştım. Yabancı da ondan hoşlanıyormuş gibi görünmüyordu.
"Bu Asher. Çok sıcakkanlıdır," derken sesi duygudan yoksundu.
"Tabii," diye cevapladım. Sesim duygudan yoksundu.
Olduğum yere çöküp zeminin bir parçası olana dek oturacak kadar yorgun hissediyordum. Yanımdaki adam birini arıyormuş gibi etrafına bakınıp sonunda aradığını bulunca elini kaldırdı.
"Ophelia!"
Kız incecik kollarıyla taşıdığı tuğla gibi kitapları merdivenin basamağına bırakıp yanımıza koştu. O kadar enerji dolu ve neşeli görünüyordu ki kitapların onu hiç yormadığını düşündüm. Uzun saçlarının önünde iki örgüsü vardı. Dizinin altında biten etek ve pudra renkli bir gömleğin üzerine giydiği kahverengi yelek benim dolabımdan alınmış gibiydi.
Siyahi teninde gözleri bir ışık gibi fark ediliyordu.
Ophelia yanımıza geldiğinde, "Ona yatabileceği bir yer göster," dedi yabancı. Ardından eşsiz, muhtemelen öfkeli bir hızla yanımızdan ayrıldı. Bir anda, yalnız kalmamı fırsat bilerek beni sorguya çekip hırpalayacaklarını düşündüm. Ama kimse dönüp bakmamıştı bile.
Ophelia'nın sırıtan yüzü doğrudan bana bakıyordu. Gözlerimi kırpıştırarak bakışlarımı kaçırdım. "Sadece uyuyabileceğim bir yer göster," diye bağırmak istiyordum.
"Hoş geldin." Sırıtmaya devam ederken kolunu bana doğru uzattı. Onu bu kadar mutlu eden şeyi görmek istiyordum. Uyuduktan sonra. Tereddütle koluna girdim.
"Harika bir yer biliyorum!" derken ağzına kadar dolu bir heyecanla konuşmaya başlamıştı...

***

Uzun odada yan yana ve karşı karşıya dizilmiş yer yatakları okuduğum kitaplarda tasvir edilen yatakhanelerle birebir uyuşuyordu.
Ophelia'yı alıntılayarak, "Harika bir yer," dedim. Sesim olabildiğince sıradan çıkmıştı.
Kendi odamın tozuna bile özlem duyduğum anlardan biriydi. Ara sıra kendime yönelttiğim, "Burada ne işim var?" sorusunu başından bastırıp derinlere itiyordum.
Ortalarda bir yerde boş olan yatağın başına dikildi. "İşte burası!"
Yorgunca gülümsedim. Sosha'nın bedeni hâlâ yerde uzanıyor olmalıydı.
"Yoksa beğenmedin mi? Henüz en güzel tarafını söylemedim bile," dedi Ophelia. Nedense diğer her şey gibi bunu da duymaktan korkmuştum.
"Peki nedir o?"
Eliyle yatağın karşıdaki yatağı gösterdi. "Benim yatağımın tam karşında!"

***

Göz kapaklarım külçe kadar ağır olmasına rağmen gözüme uyku girmiyordu. Defalarca bedenimi döndürmeme ve odadaki nefeslere odaklanmama rağmen kafamın içindekiler bir gardiyan gibi uykunun kapılarından içeri girmeme müsaade etmiyordu.
Yerde katlı duran pelerinime baktım. Ophelia pelerinin altında bir şey olmadığını fark edince uzun kollu, ayaklarıma kadar uzanan bir gecelik ve hırka alıp yanıma gelmişti. Onları giydikten sonra aynaya attığım tek bir bakışla Asher denen adamın bir kopyası haline geldiğimi söylemek hiç de zor olmamıştı.
Çok geçmeden bir grup insan içeriye doluşmuş, kalabalığa rağmen kimseden ses çıkmamış ve hemen yataklarına yerleşip uykuya dalmışlardı.
Yeni bir uyku pozisyonu denediğim sırada kapının önünden hızla bir gölge geçti. Arkasından bir kıkırdama sesi koridorda yankılandı. Gözlerimi kapıya diktim. Israrcı uykum sarhoşluk yapıyor olmalıydı.
Ancak biraz sonra aynı sarhoşluk tekrar gerçekleşti. Gölgeyi takip eden bir kıkırdama duyulmuştu.
Battaniyemi omuzlarıma sarıp hızla ayaklandım. Çünkü gerçekten de tehlike arıyordum. En dikkatli halimle bile oldukça fazla ses çıkararak koridora ilerledim. Hepsi uykunun getirdiği dikkatsizlik yüzünden olmalıydı.
Loş koridorda yankılanmaya devam eden kıkırdamayı takip ettim. İleride altından değişik renkli dumanlar çıkan bir kapı görünce duraksadım ve etrafı kontrol edip kulağımı yasladım. Kıkırtı kapının ardında yeniden yükseldiğinde kaynağına olan merakım elimin kapı koluna yerleşmesini sağladı. Ayaklarıma rengârenk dumanlar çarpıyordu.
Düşünmeden bir çırpıda içeri atıldım. Çiçekler. Her yerde, her rafta, masaların yüzeyini kaplıyor, hiç görmediğim çeşitli tür ve renkleriyle can alıcı güzelliklerini sergiliyorlardı. Hayranlığımı gizlemeden onlara bakarak kendi etrafımda döndüm. Loş odada kaynağı belirsiz renkli duman dışında ışık kaynağı olmadığı için bazı çiçeklerin fosforlu yapısı hemen göze çarpıyordu. Zeminde, havada gezinen dumanın altında kâğıt ve kumaş parçaları vardı.
Masada diğerlerine kıyasla daha açıkta ve ortada duran bir tanesini gözüme kestirdim. Üzerinde yeni doğmuş olmanın saflığı varmış gibi görünüyordu. Elmas gibi parlayan açık yapraklarına şuursuzca parmaklarımı uzattığımda ona dokunmaktan başka bir şey istemiyordum.
Aniden çiçekle arama giren şey hareketime engel oldu.
Parmaklarından ipler sarkan bir el benimkine vurmuştu.
Birinin, "Sakın!" diye bağırdığını duydum. Dudaklarımdan kontrolsüz bir çığlık kopuverdi.
Benim gibi geri çekilip aynı tonlamayla bir çığlık attı. Elim kalbimde karşımda duran... Her neyse ya da kimse, işte ona bakıyordum. Anlamaya çalışıyordum.
Bakışlarımız buluşmuşken ve nefes nefeseyken bile duruşu, o dik burnu olabildiğince havadaydı. Sanki çiçeğe dokunmam onun benliğini var olan tüm evrenlerden sonsuza dek silebilecekmiş gibi, yüzüne öfkeyle boyanmış bir ifade yayılmıştı.
"Çek ellerini çiçeklerimden koca süpürge!" dedi yeşil rujlu dudaklarının arasından. Belki de yeşil bir şey yemişti.
"Sen nasıl bir ins..." diyeceklerimi toparlamaya çalışırken kafamı yana eğdim. O da beni taklit ederek başını eğdi. "Nesin sen?" dedim en sonunda dayanamayarak. Bu soru bedenine kendini beğenmiş bir şekil vermesine neden oldu. Elleri bir erkekte görülmeyecek nahiflik ve kıvraklıkla saçlarına çıktı. Onları havada tutmak ister gibi alttan destekleyip tek kaşını kaldırmıştı.
Erkek olduğunu zor anlamıştım ama yaşını tahmin etmem imkânsızdı. Yaşlı değildi. Fakat bir çocuk da değildi. Pembe saçları kabarık ve dikti, bazı tutamları tamamen rengârenk boncuklardan oluşuyordu. Eğer biraz daha uzaktan bakarsam kafasının etrafına pembe bir yastık sardığını düşünebilirdim.
Ellerini kaldırıp uzun mavi tırnaklarını inceledi.
"Ben," derken böbürlenir gibi pembe kaşlarını havalandırdı. "Ben olmayan hiçbir şeyim. Ayrıca sen, ben olmadığın müddetçe çiçeklerime dokunamazsın, koca süpürge." Anlamadığım bu cümlenin sonunda yüzünü ekşitip işaret parmağıyla battaniyemi gösterdi. Çekiştirerek battaniyeye daha çok sokuldum.
Yüzünün bir tarafında gözünü de kapsayarak kaşından yanağına kadar inen, soluk mavi bir leke vardı. Ona yakından bakmak için yaklaştığımda uzun beyaz kirpiklerini kırpıştırdı. Baştan aşağı sapsarı olan kıyafetlerinin her yerinden farklı renkte ipler sarkıyordu.
"Belki de iplerini geçirmen için sana bir iğne bulmalıyız."
Bir felaket fısıldamışım gibi irkildi. Alınganlıkla elini kaldırıp dudaklarının üstüne kapattı. Belli ki hakaretimi anlamıştı.
Hayatım boyunca bildiğim en renkli kişi olmuştum. Kumral ve renkli gözlüydüm. Öyle ki güneşte yeşile dönen mavi gözlerimin alışılmışın dışında olduğuna, her yaz sarıya daha fazla yaklaşan kumral saçlarımı başka kimsede göremeyeceğime kendimi inandırmıştım. Mor ten, pembe saçlar ve daha nice renkli ayrıntılar benim için keskin çizgilerin de ötesinde var olan sıra dışı niteliklerdi. Karşımda duran çocuğun mor insanlarda dahi hissedemediğim bir aurası vardı. O kadar kanlı canlı bir auraydı ki; havada titreşen taneciklerini görmek, neredeyse onlara dokunmak mümkündü. Aurası delilik kokuyordu.
"Battaniyeyle stil eleştirisi yapabilecek yüzün olduğunu mu düşünüyorsun?" dedi biri arkamızdan Yol boyunca peşinden yürüdüğüm o sesin sahibiydi. Yabancı.
Kollarını bağlayıp kapıya yaslanmıştı. Pelerininden ve maskesinden kurtulmuşken onu bir yerden daha tanıdığımı anladım. Rüyalarıma musallat olan o turuncu saçlarıyla orada öyle dikiliyordu. Parmaklarındaki yüzükleri ve gözleri.
Gözleri şimdi daha tanıdık geliyordu. O uçuk rengine istinaden ürkütücüydü. Bir kalp atışı süresince şaşkınlığımı gizleyemedim. Bu onun yüzünde gizli bir gülümsemeye oluşturmuştu.
"Murphy, sana kâğıt ve kumaşları bu şekilde ziyan etmemeni söylemiştim. Defalarca." Yabancı artık bana değil, Murphy'e bakıyordu.
Murphy saçından beyaz bir çiçek çıkarıp bana uzattı. Bu hareketiyle az önce söylediklerimden pişmanlık duymaya başlamıştım. Çiçeğe biraz yakından baktığımda onun kâğıttan olduğunu fark ettim. Kadife görüntüsü ancak dokunana kadar gerçek gibi hissettirmişti. Ökeyle bakışlarımı yüzüne çevireceğim sırada çiçeğe bir toz serpmesiyle kâğıt renklendi. Neredeyse gerçek bir çiçeğin canlılığını kazanmıştı.
"Murphy," dedi rüyalarımdaki yabancı. Ses tonu bir uyarı niteliğindeydi.
"Nasıl?" diye sordum hayranlıkla elime bakarak. "Bunu nasıl yaptın?"
"Odana çekilebilirsin, Murphy. Giderken herhangi bir çığlığa sebep olma." Sözleri, keskinliğin kelimelere bu denli yansıtılabileceğini bilmeyişime karşın eğitici bir örnekti.
Gözlerim çiçek ve yabancı arasında mekik dokurken akıl sağlığım için olumlu yönde kanıtlar üretmeye çalışıyordum. Başarısız bir girişimdi.
Yeni bir bakış açısıyla tüm çiçeklere tekrar baktım. "Bunların hepsi sahte!" dedim kendim bile şaşırarak. Odayı güzel kokuların sarmamış olmasından anlamalıydım. Murphy odadan çıkmaya hazırlanırken hışımla bana döndü.
"Hay gökteki Kodes! Ne yazık ki gözleriniz onların gerçekliğini göremeyecek kadar sıradanmış. Şayet eksik sandığınız tahtanızın boşluğundan bakıyor olsaydınız şu an onları kokluyor olurdunuz, sevgili koca süpürge."
Ben arkasından bakarken son kahkahası da koridorda yankılandıktan sonra ortadan kayboldu. Ama gitmeden hemen önce yabancıya dönmüştü. "Tatlı rüyalar, Müphem."
Sonrasında neler olduğuna dikkat edemedim.
Müphem...
"Sana bayıldı," dedi Müphem. Şimdi tam karşımda duruyordu. Gözlerini gözlerime kilitlediği anda sarsıldım. Köstekli bir saate çok fazla bakmışım gibi bir histi. Bu içimde çok yükseklerden aşağı düşüyormuşum gibi bir boşluk yaratmıştı. Sanki gözleri sihirliydi. Oradan ve ondan koşarak kaçmak istedim.
Eğilip ne zaman düştüğünü hatırlamadığım battaniyemi tuttu. Yeniden omuzlarıma geçirmeden önce kolları iki yanımda yükselmişti. Yere düşen bakışları tekrar gözlerime çıkarken artık huşu içindeydim.

.
.
.
.
Minik yıldıza dokunmak vereceğiniz en faydalı destek olacaktır. Burada olduğunuz için teşekkürler ♥️♥️♥️

FANTOM ETKİSİ doğa dönüyor Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin