Bölüm 5

43.7K 1.5K 546
                                    

Bölüm düzenlendi. Bu yüzden eski yorumlar aşağıda görünecek! ❤️‍🔥
(Kitap halinde ekstra bölümler vardır.)

İğrenir gibi silkelensem bu varlıktan kurtulabilir miyim? diye düşünmekten kendimi alamadım.
Kurtulamazdım.
Bunu şimdi gayet iyi biliyor ve etrafıma çember çizen gölgeyi, ailemin kalan tek üyesi olarak kucaklıyordum. O, yalnızlığımdı. Çığlığımdan çıt çıkmamasının sebebiydi. Karanlığı gözümü alıyordu.
"Ayrıca hepsi bunlarla da sınırlı değil," dedi bana. "Sen yalnızlığımsın, konuşamazsın," diyemedim. Çünkü biliyordum. Aklımın uçurumlarından atlamadan hemen önce benimle konuşur ve hep yanımda kalacağını söylerdi. Varlığı, kelimeleri kifayetsiz bırakan bir zalimlikti.
Kurtulmak istediğim zamanlarda bana cebinden çıkardığı kırık bir aynayı uzatıyordu. Her seferinde tam orada duran, zehirlenmiş gözleri bana sabitlenmiş yüzü tanımakta zorluk çekiyordum. Bedenini korkuya satmış, sanki bir şeyi değiştirebilecekmiş gibi her saniye kan pompalamaya devam eden kalbi güzellik adı altında betimlenecek kaç bin kelime varsa hepsinden soyutlanmıştı.
Elimi tutmasını istiyordum. Tenlerimiz kesiştiği anda içimdeki tüm saflığı ve yaşama dair ne kaldıysa bu dokunuşla birlikte almasını, gözlerindeki şafağın tekrar sökmesini istiyordum.
Ama neler olacağını biliyordum. Elim aynanın sert yüzeyine çarpacaktı. Aynalar böyle zalim olurdu işte. İnsana ne kadar umuttan yoksun olduğunu gösterir ve tam karşısına geçip bunu bir tanrı gibi izlerdi. Onun gibi görünmesine rağmen tam aksine sinsice davranırdı.
Kendi elimi tutamaz, artık içimde barınmayan güzellikleri kendimle paylaşamazdım. Fakat yine de onun gözlerine baktım. O dağılırken ellerimle yere düşen her parçasını tekrar sabitlemek istiyordum. Benim parçalarımı...
Derimin altında, ücra karanlıklardaki ruhum artık dikiş tutmuyordu. Sökülen her ipin sızısını etim kopuyormuşçasına hissediyordum.
İşte aynalar böyle zalim olurdu.
​​​​***
An itibarıyla söz verişimden bu yana yüz yirmi saat geçmiş olmalıydı. Hayır, saatim yoktu fakat Murphy tüm bu zaman boyunca rutin bir şekilde öğünleri kapımın önüne koymuştu. Günde iki öğün. Yediğim on kâse bambin, toplamda beş güne denk geliyordu.
Önce kahkahası, sonra da elinde bambinle kendisi geliyordu. Eğer gözlerine bakarken utanmadığım tek kişi olmasaydı, bu çılgın neşesi onu da bir dal parçasıyla delip geçmeme sebep olabilirdi.
Yatakhaneden farklı olarak; tek yatağı, birbirine yakın dört duvarı ve sadece iki mumu bulunan bir odaya taşınmamın nedeni elbette bir tutsak gibi kapatılmam değildi. Beni yabancı madde gibi görüyorlar ve denklemlerinden atmak istiyorlardı. O gün yaşananlardan, yaptığım o büyülü gösteriden sonra kapıdan dışarı çıkacak yüzü ve cesareti kendimde bulamıyordum. Bir insanın daha canını yakmıştım. Belki de zindana atılmalıydım. Beş gün boyunca yaptığım en büyük aktivite herkes uyuduğunda duş almak olmuştu.
Duş sırasında bedenimden kayıp ayaklarımın dibinde biriken su, kan, kir ve terin karışımıydı. Oysa biliyordum ki su bedenimden kayarken arkadaşımın cansız bakışlarından önceki benliğimi, sualsiz yaşamımı ve öz güvenimi de alıp götürecekti.
Sosha'ya saplanan daldan sonra olanları bir anı şeridi hâlinde tekrar tekrar zihnimde oynatıyor, burada oluşuma bir anlam vermeye çalışıyordum. Geri dönüşüme engel olan tek şey gladyatörlerle tek başıma savaşamayacak olmam mıydı gerçekten? Yani o çöp kutusunu bulduğumda gökyüzünden evimin banyosuna geri çekilebilecek miydim?
Bu kadar kolay olmayacağını bilen bir yanım, çok ve çok daha fazlası gerekiyor, diye cevap verdi. Oysa gladyatörlerin bir tanesi bile kafam ve bedenimin bağını koparmak için oldukça yeterliydi. Peluş oyuncak bir tavşanın kafasını söker gibi... Parçalara ayrılma ihtimalim söz konusuyken içimin pamukla dolu olmasını ne çok isterdim.
Günlerce kimse, küçük ve iki mumla aydınlanan bu odadan çıkmıyor oluşuma tek kelime etmedi. O gün Asher, "Kurtul ondan!" demişti Müphem'in kulağına. Gelip kurtulmasını beklemediğim tek bir dakika bile olmamıştı.
Eğer hayal görmediysem, bir keresinde uykuyla uyanıklık arasındaki o ince çizgide olduğum bir anda her birini huzursuzluğun kuşattığı o kelimeleri sıralamıştı. "Ben söyleyene kadar parmağını bile kıpırdatma." Kapı aralığından kaybolan kafası saniyeler sonra tekrar görünmüştü. "Lütfen."
Bu, benden kurtulmayacağını düşündüğüm ilk an olmuştu. Zaten ana karakteri olduğum bir trajediyi izleyecek takati kendimde bulamazdım. Şimdilik sadece hayatta kalmaya ve basit soruların cevaplarına ihtiyacım vardı. Havada asılı duran o küre de neyin nesi? Neden boynuzlu ve mor insanlar gördüm? En önemlisi... Niçin sürekli birilerine saplanan o dallar üzerinde sorumluluk hissediyorum? Büyüden sonra, Sosha'dan ve gördüğüm tüm doğaüstü görüntülerden sonra daha fazlasının geleceğini düşünüyordum. Hayır, böyle olacağından emindim.
Kapının tıklanması, öncesinde kahkahası duyulmayan bir ziyaretçinin habercisiydi. Murphy'nin ziyarete gelmediğini biliyordum.
Aralanan kapıdan ilk olarak turuncu saçlar göründü. Ardından, geçen seferin aksine tüm bedeniyle kapının önüne yerleşti. Onu günler sonra ilk görüşümdü. Uzun bir süre dizlerime sardığım kollarıma baktı. Ne kadar işe yarar olup olmadığımı tartıyormuş gibi görünüyordu. Bakışları birer temasmış gibi rahatsızca kıpırdandım.
"Umarım bundan önceki günler olabildiğince dinlenmişsindir. Çünkü bugünden sonra bunun ne olduğunu bile hatırlamayacaksın, Alessia." Bunun bir tehdit cümlesi olmadığını ancak sesinden ayırt edebilmiştim. Aslında, "Çok yıpranacaksın ama ben de böyle olsun istemezdim," diyormuş gibiydi. Sahte sempatisini reddettim, günlerdir olduğu gibi şimdi de ortadan kaybolmasını istiyordum.
"Unutmak, benim için rutinleşen bir problem," diye cevap verdim. Kendime düşman olmam için küçük bir esinti bile yeterdi.
Burnundan gülerken başını, önünde bağladığı kollarına eğdi. "Getirdiklerimi eksiksiz giymeni ve en kısa sürede hazır olmanı istediğimi söylemeye geldim. Parmağını kıpırdatma vakti," dedi, günler önce kapıma bırakılan çantayı göstererek.
Nereye gittiğimizi bile sormadan, "Demek sendin..." dedim hızlıca. Yatağın üstünde dizlerimi biraz daha kendime çektim. Çantayı bırakanın sadece Murphy ya da Ophelia olabileceğini düşünmüştüm. Teşekkür etmedim ya da minnet gösteren bir ifade takınmadım. Çünkü zaten yüzüme bakmıyordu, söylediklerimle ilgilenmiyormuş gibiydi. Sadece yaşam alanımı inceliyordu. Gözlerinde, bunu sana bizim layık görmüş olmamıza rağmen mabet gibi olduğunu düşünüyorum ifadesini görebiliyordum.
"Gizem severim," diyerek yalandan böbürlendi. Neşeden en uzak şekilde burnumdan güldüm. Ardından onu odadaki tek mumun izin verdiğince baştan aşağı süzdüm, yine oldukça asil ve renkli görünüyordu.
Serçe parmaklarımızın temasını ve söz cinini hatırlayıp ürperdim.
Hâlâ gözlerime bakmıyor ve bu küçücük odada bile bedenlerimiz arasında olabildiğince mesafe kalmasına dikkat ediyordu. Hatta o kadar çabalıyordu ki sırtını yasladığı kapıda biraz daha geri gitmek için omuzlarının iz bıraktığını düşünüyordum.
Ben de senin için yanıp tutuşmuyorum. Budala.
"Odadan gidersen isteğini yerine getirebilirim," diye karşılık verdim. Onun fark edemediği ama benim içimde her saniye kıvılcımı büyüyen bir öfke vardı. Müphem orada dikilirken soyunmasını da bilirdim. Ancak o zaman da iğrenç bir mutantmışım gibi açmaya çalıştığı mesafeyi koruyabileceğinden emin olamıyordum. Anlamayan gözlerini yüzüme çevirmişti. Gözlerime değil, yüzüme bakıyordu. İçimden sabır diledim.
İçimden bir söz verdim. Sana ihtiyacım kalmadığında bana ihtiyaç duymanı sağlayacağım. Çelişen benliklerimin serçe parmakları birbirine dolandı. Söz verilmişti.
Anlaması için elimle çantayı işaret etmem gerekmişti. Muhtemelen ona bir asır gibi gelen birkaç saniyeden sonra utançla kıpırdandı. "Evet, evet. Haklısın... Koridorun sonunda bekliyorum," dedikten sonra hızlıca kapıyı açıp gözden kayboldu. Utandığını düşünmeyecektim. Aslında... Onunla ilgili düşünmeyecektim.
Önceden çantanın içerisinden alıp denediğim, bileklerime kadar uzanan pudra elbiseyi çıkardım. Korsesi vardı ancak bunu tek başıma giyemeyeceğimi anladığımda onu bir köşeye attım. Ardından çantada kalan bir zırh kadar kalın kahverengi taytı, tunik ve pelerini giydim. Parçaların hepsinin aynı renk olması, aynı malzemeden yapılmış olmalarından kaynaklanıyordu. İçi tüylü uzun çizmeleri elime aldığımda çantadan hiç çorap çıkmadığını fark ettim ve çizmeleri öylece çorapsız ayağıma geçirdim. Bu sözsüz bir erimem ya! hareketiydi.
Gideceğimiz yerde korunaklı bir şekilde kuşanmış olmamı gerektirecek bir kaosun yaşanmasından korkuyordum.
Söylediği gibi koridorun sonunda duruyordu. Omuzlarına benimki gibi kalın bir pelerin, sırtına da kocaman bez bir çanta takmıştı. Bunun benden kurtulmak için yapacağı bir yolculuk olmasına dair ufak şüphe tohumlarının içime ekilmesine engel olamıyordum.
Ona gülümsemiyor, hiçbir jest ya da mimik yapmıyordum. Çünkü varlığımı görmemek için direniyordu. Belki de beraber oluşumuzdan bana bakamayacak kadar rahatsızdı.
"Hızlı olduğun için teşekkürler," dedi yanına ulaşmama henüz metreler varken. Bir cevap beklemiyordu, eliyle gelmemi işaret ederek arkasını dönmüştü. Gözleri de tıpkı bedeni gibi tetikteydi. Karşımıza birinin çıkacak olması, planladığı birçok oyunu bozabilirmiş gibi davranıyordu. Dalgalı turuncu saçları özenle sıcak halkalara sarılıp kremlenmiş gibi durduğu için kusursuz görüntüsünü kıskandım.
"Muhatap olmak zorunda hissetme. Bundan hoşlanmadığını anlamak için empati yapmaya ihtiyacım yok." Çünkü ben de senden hazzetmiyorum.
"Öyle mi? Belki de suikastçı olması muhtemel, iyi huyundan şüphe ettiğim ve büyüsüne tanık olduğum birini pamuklara sarmalıydım, Alessia." Deri eldivenlerine baktım. Onu asıl rahatsız eden şeyin eylemlerim değil, tam anlamıyla varlığım olduğunu dudaklarından duymasam da biliyordum. Yatıştırıcı bir nefesi ciğerlerime çektim. Budala.
"Zindanda olmam gerekiyormuş gibi konuşuyorsun, öyleyse neden böyle biriyle anlaşma yaptın? Küçük cinin kime söz verdiğinle ilgilenmiyor sanırım?" Her kelimeyi, bağırmamak için direnerek tükürürcesine söylemiştim. En azından biraz vurdumduymaz ve havalı olabilmem gerekirdi.
"Çünkü yılana sarılmak zorunda olduğum anlardan birindeyim, Alessia." İlk defa dönüp yüzüme baktı, sadece birkaç saniye sürmüştü. "Sen de bunu yapıyorsun."
Bir yılan olsam dahi boynuna dolanmazdım.
Söylediklerinde haklıydı. Müphem'i bu evrenin çıkışına giden bir basamak olarak görürken ondan farklı bir tavır bekleyemezdim.
"Boynuma dolanmanı istemeyecek olmam ne yazık. Senin için hatırı sayılır bir eksiklik," diye cevap verdi. Az önceki düşüncelerime benden habersiz ses veren ses tellerime kötü dileklerimi ilettim. Tabii, öncesinde afallayarak onun suratına bakmış olmam göz ardı edilemezdi.
"Bir eksiklik yaratacak kadar önemli olduğunu sana düşündüren her kimse, yüzüne gerçekten büyük bir yalan söylemiş."
"Bunların, seni baltanın keskin ucundan kurtarıp evine getiren birine söylenecek minnet dolu cümleler olduğundan pek emin değilim." Yan yana yürürken bile yüzündeki muzip ve gizlenmiş gülümsemeyi görebiliyordum.
Eğer minnettarlık bekliyorsa, bu bekleyiş ömrü boyunca sürebilirdi. Kimse pislik muamelesi görüp katillerin eline atılmakla tehdit edildiği bir yere getirildiği için birine minnettarlık duymazdı.
Birlikte bir köşeyi daha geçtik. Koridorların fazlalığı aklımı bulandırıyordu. Geçtiğimiz her koridor birbirine benziyor olmasına rağmen her seferinde daha önce oradan geçmediğime emin oluyordum. Yeterince üzerine düşünürsem, arkamı döndüğüm anda binanın yapısını değiştiriyor olabileceğine ikna olabilirdim. Eğer gerçeği bilmesem canlı bir tuğla yığını olduğunu düşünebilirdim. Belki de bilmiyordum.
Müphem'in aniden durmasıyla ona uyum sağladım. Bir sürü tablonun yan yana dizildiği bir duvara bakıyorduk. Boyum kadar tabloların bazılarında portre, bazılarında manzara, bazılarında ise çok farklı mekânlar vardı. Hepsi de tepelerindeki mumların ışığından nasipleniyordu.
"Söylediklerimden ve yapmanı istediklerimden sonra beni sorgulamayacaksın. Ben de canını tehlikelerden olabildiğince koruyacağım. Anlaştık mı?" Bunları söylerken aynı anda eldivenlerinden birini çıkarmıştı. Henüz nereye gittiğimizi bile sormamış olmama rağmen beni uyarmak için aceleci davranıyordu.
"Yani sen bir şeyler söylemeden ve istemeden önce sorgulayabilir miyim?" diye sordum. Bunu bir cevap yerine hata aradığımı belli edecek şekilde söylemiştim.
Çıplak kalan eliyle tablo çerçevelerinin arkasını yokluyordu. Amacını sorgulamak için dudaklarımı aralasam da benden önce davrandı.
"Bana güvenmen ve söylediklerime ikna olman, yaşam süreni belirliyor. Ben de bunu uzatmana yardımcı olmaya çalışıyorum."
"Hiç çıkarın yokmuş gibi konuşuyorsun. Güvenmenin insanlara erken ölüm getirdiğini duydum. Ayrıca, kim ikna olmak istemez ki?"
Örneğin uyanıp tüm bunların bir kâbus olduğuna ikna olmak isterdim. İkna olmuş bir şekilde hayata devam etmek, sıfır vicdan azabı ve sıfır soru işaretine sahip olmak anlamına geliyordu.
Sonunda aradığı şeyi bulduğundan emin olup bir tablonun önünde durdu. Bir kraliyet balosunun resmedildiği tabloyu özel kılan hiçbir şey göremiyordum. Müphem, bez çantasını indirip karıştırmaya başlamıştı.
"Haklı olmak isteyenler, ikna olmak istemezler, Alessia."
Çantadan uzun bir halat çıkarmıştı. Aleyhime ilerleyen senaryoların zihnimde ait oldukları köşeye yerleştiğini hissettim. Neyse ki yakınlarda bir tabure ya da halatı asabileceği bir demir yoktu.
Halatın bir ucunu kendi beline bağlarken onu izledim.
"Ne yapıyorsun?" Sesim kesik kesik ve anlam vermeye çalışıyormuş gibi çıkmıştı. Müphem halatın diğer ucunu elinde tutarken hemen önümde durdu. "Buna cidden gerek var mı? Kaybolacak olsam bile elini tutmayacağıma söz veriyorum," dedim gözlerimi devirerek.
"Tam olarak da bu yüzden gerekli," derken halatı belime geçirdi. O bağlamaya çalışırken nefesi göğüs kafesime çarpıyordu. Bakışlarımı uzak bir noktaya, onun olmadığı bir yere sabitlemeyi denedim. Yakınlığımızın umurumda olmadığını göstermeye çalışıyordum. Ama yüzüme kayan kaçamak bakışlarını fark ettiğimden beri hâlâ orada olup olmadıklarını kontrol etmek istiyor ve her seferinde onunla göz göze geliyordum. Aramızda santimler varken bu hiç de parlak bir fikir sayılmazdı.
İşi biter bitmez çantasını sırtına geçirdi ve tabloya yaklaştı. O kadar yaklaşmıştı ki resmin arkasında bir şey görüyor gibiydi.
Sonra kendini tablonun içinden aşağı bıraktı.
Ardında kalan ve gittikçe kısalan halat beni de tablonun içine çekene kadar az önce durduğu yerde oluşan boşluğa baktım. Tablodan içeri düşmüş Müphem'in ardında kalan boşluğa... Bunu aradan kaç yıl geçerse geçsin sindirebileceğimi sanmıyordum. Halat sonunda beni de içeri çektiğinde dudaklarımdan şok ve dehşete ait bir çığlık serbest kaldı.
Sağım, solum, önüm, arkam, yukarısı ve aşağısı... Her şey tamamen kaleydoskopik şekillerden oluşan sonsuz bir boşluk gibiydi. Halatın diğer ucunda beni rahatça izleyen adama baktım. Düşüyormuş gibi havada süzülüyorduk. Burada nesnelliğin ve gerçekliğin momentumu biraz çarpılmış gibiydi. Panikle halatı tutup onu kendime doğru çekmeye başladım. Nedense bu hareketim onun herhangi bir telaş hissetmesine sebep olmamıştı. Canı sıkıldıkça bir tablodan içeri atlıyormuş gibi görünüyordu.
En sonunda göğüslerimiz çarpıştı. Saçlarım bazen yukarı, bazen sağa, bazen de sola doğru savrulurken, "Beni nasıl bir cehenneme soktun?" diye bağırdım. Bu sırada herhangi bir düşüş olma ihtimaline karşın kendimi acıya hazırlamaya çalışıyordum. Ama bu hiç mümkün değildi.
Hâlâ süzülüyorduk ve o sinsice gülüyordu.
Kollarına ve göğsüne vurmaya başladığımda biri eldivenli diğeri eldivensiz olan ellerini havaya kaldırdı. İşte o anda, gözlerinin içinde bir panik kıvılcımının doğduğunu gördüm. Eldivensiz olması ve gözlerime bakması onu dehşete sokmuştu.
Çıplak eline bir fiske vurmak için elimi savurdum. Ama amacımın çok dışında ve algımdan olabildiğince uzak bir olay gerçekleşti. Önce bir ışık parlamasıyla tüm öfkem dilimde sönüp gitti. Tenlerimizin teması gerçekleştiği anda, görüşümü tamamen yok eden bir perde şimdiye ait olmayan, hatta yaşandığından bile haberdar olmadığım görüntüleri önüme sermeye başladı.

Onlarca nefesin duyulduğu balo salonunda beyaz ışık bir ok gibi tepemizden inerek yalnızca bizi aydınlatıyordu. Öyle ki ikimiz dışında kimseyi göremez olmuştum. Işık, ikimiz ve diğerleri arasında görünmez bir duvardı. Artık yalnızca bizim nefes seslerimiz duyuluyordu.
Sol elini arkasına kıvırırken sağ elini bana uzattı. Aynı anda davetkâr bir reverans edasıyla önümde eğiliyordu. Beyaz dantelli eldivenimin ikinci bir deri gibi sardığı elimi, avucunun içine kapattım. Sessiz, herkesçe görülen bir kabullenişti.
Aynı sakinlikle dikleşirken bakışlarım onunla birlikte yukarı kalkıyordu. Frak takımı üzerinde kraliyet renkleri hâkimdi. Bordo ceketi dizlerinde üçgen hâline gelerek bitiyor, yakaları ise bir vampirinki gibi dik duruyordu. Belki de boynuma yapışmasına ve elbiseme kan bulaştırmasına izin vermeliydim. Belki...
Gömleğinin boğazını saran üç düğmesi de iliklenmişti. Bir saniyeliğine elimden uzaklaşan parmakları kol düğmelerinde gezindi. Gri pantolonuna yine kraliyet desenleri işlenmiş, silindir şapkasının yanları yukarı kıvrılmıştı. Turuncu saçları şapkasının altından özgür kalmak ister gibi dışarı kıvrılıyordu.
Bakışlarım yüzüne indi. Bu hareket elimi kalbime götürmek istememe neden olmuştu. Sanki elimi bastırsam çılgın ritmi bastırabilirmişim gibi hissediyordum. Mat gümüş maskesi yüzünün yarısını kapatırken gözlerini bir fener gibi ortaya çıkarmıştı. Yer gök aşkına... Aynı fenerin günahlara ışık tutuğuna yemin edebilirdim.
Piyanonun ruhu dansa iteleyen notaları bir ipe sıralanmış gibi havaya karıştı. Sihirli bir parmak tuşlara can üflüyor, kaçkın notaları dize getiriyordu.
Müphem, çevremde bir tur attı. Adımları acı verecek kadar aheste, asaletinden kör edecek ahenkte zarifti. Bu aynı zamanda bir oda dolusu oksijenin ciğerlerime yetemediği ilk andı. Nefesi çıplak enseme sızdı. Göğsü sırtıma değiyordu.
Parmağı omzumun alt kısmından başlayıp bileğime kadar sürtünerek indi. Kolumu kaldırmak için yaptığı bu dokunuş tenime ateşten bir çizgi çizmişti sanki. Bir kumaş nasıl engel olamıyorsa tenimdeki yangına, aynı şekilde tenim de bu dokunuşun ruhuma işlenmesine engel olamamıştı.
Hâlâ arkamdayken bir kolu belime dolandı. Dokunuşu varlığını sorgulatacak derecede tüy hafifliğinde sayılırdı.
Diğer eli bileğimde sabit durmaya devam ediyordu. Arkamda duran bedeni temasını kesmeden bir adım yanıma kaydı.
Vals başlamıştı.
Adımlarımız uyum ve arzuyla harmanlanmıştı. Öyle pürüzsüz dans ediyorduk ki ayaklarımız bir diğerimizin adımları olmadan yapamıyor gibiydi.
Beyaz ışığın içinde özgür mahkûmlar gibiydik. Adımlarımız nereye giderse gitsin ışık yalnızca bizi göstermeye devam ediyordu.
Acaba, dedim içimden. Işığın ötesine geçersek bir yağ gibi bedenimizi kaplayan bu yoğun arzudan da sıyrılabilir miyiz?
Beni kendi etrafımda döndürüp karşıma geçti. Bu sırada saçlarım onun göğsüne çarpmıştı. Ardından havaya kaldırdığımız ellerimizin arasında santimler varken dönmeye başladık. Gözlerimiz bu bir ölüm kalım meselesiymiş gibi birbirine kenetlenmişti.
El değiştirip tam tersi yönde dönmeye başladık.
Tam o anda, parmaklarını parmak uçlarımdan başlayıp avucumun içine kadar kaydırdı. Kıvılcımın bizzat kendisi olan bu dokunuş karşısında ürperti, bir pelerin gibi omuzlarımı sardı. Öyle şehvetliydi ki bunu yapması için ona şeytanın fısıldadığını düşündüm. Bir an sonrasında ise bir şeytanda dans ettiğimi...
Belimden tutup beni sol tarafına doğru havalandırırken ellerim omuzlarında, gözlerim gözlerindeydi. Elbisemin etekleri havada dairesel hareketler çizerek yavaşça söndü. Kemiklerimi ve tenimi sarmalayan bu şey müstehcen bir tutkuydu. Bunu bir ihtiyaç meselesiymiş gibi kucaklayan hormonlarıma bir fiske vurmak istedim.
Yanımızdan elinde kırmızı şarap kadehleriyle dolu bir tepsi taşıyan garson geçiyordu. Müphem boştaki elinin işaret parmağını kadehlerden birine daldırdı. Aniden belimdeki eli sıkılaştı. Beni dizine doğru yatırdığı gibi bacağım yırtmacımdan firar etti. Az önce kadehe daldırdığı parmağı dizimden bileğime kadar inerken kırmızı şaraptan bir yol çiziyordu. Bu planlanmış bir hareketti. Şarabın bacağımda bıraktığı çizgi hâlinde ıslaklık üşütüyor ancak günaha olan daveti yakıyordu. Yeniden dik durduğumuzda belimdeki eli hâlâ çok sıkıydı. Göğüslerimiz sertçe birbirlerine değiyordu. Öyle ki aldığı nefesi kendi ciğerlerimde, kalbinin atışını tenimde hissedebiliyordum. İhtiraslı bakışları gözlerimden dudaklarıma indi ve aramızda zaten birkaç nefes varken sanki ettiği bir yemini mühürlüyormuş gibi ılık nefesini dudaklarıma üfledi. Bunun bir danstan fazlası olduğunu bizi gören herkes anlardı.
Şu anda ruhlarımızın seviştiğini, dansımızı gören herkes anladı.
​​​​***
Bedenimin toprak yüzeye çarpmasının etkisiyle ciğerlerimdeki hava boşaldı. Üzerimdeki pelerine rağmen pürüzlü yüzeyin omuzlarımı soyduğunu hissedebiliyordum. Görüşüm henüz netleşmemişti, midem bir kazan gibi kaynıyordu.
Öylece havada duran, yüzeye paralel portal deliğini gördüm. Az önce içinden düştüğümüz kaleydoskopik havuzu hemen tanıdım. Saniyeler geçtikçe biraz daha küçülüyordu. Az önce zihnime yansıyan görüntülerin benliğimde bıraktığı sefil lekeyi hissedebiliyordum. Gördüğüm Alessia'nın şehvet ve arzusu onu tamamen farklı biri hâline getiriyordu. Tanımadığım biri.
Portal önce bir ışık hüzmesi hâline gelip ardından hiç var olmamış gibi yok oldu.
Dizlerim ve avuçlarım üzerinde doğrulurken varlığıma sabitlenmiş o gözleri gördüm. Bilmediğim bir neden yüzünden her zaman olduğundan daha iri görünüyorlardı. Sırtını yasladığı o ağacın dibinde kılını bile kıpırdatmadı. Bunun sebebi şaşkınlık olabileceği gibi öfkeye de benziyordu. Hangisi olduğunu anlayamadım. Muhtemelen ikisinin de etkisi vardı.
Başıma açtığı şeyler için, önüme serdiği görüntüler için yanağında elimin izini görmek istiyordum. Ancak bana Sosha'nın cansız bedenine baktığım gibi bakıyordu. Bir ölüye bakar gibi. Belki de biraz sonra varlığıma kaçınılmaz bir son vermek istediği içindi.
Her ne kadar dokunuşların hayaleti hâlâ kollarımda, bacaklarımda ve dudaklarımda geziyor olsa da korkum çenemi kapalı tutmamda tek ve yeterli bir etkendi. Buna rağmen içimde bir yere taht kurmuş olan despot bir tarafım, üzerimde denediği bu pis büyünün hesabını sormamı istiyordu.
Konuşmak için dudaklarımı araladım.
"Sen..." dedi benden önce.
Her şey çok hızlı oldu. Az önce kıpırtısız oturuyordu, bir sonraki an elinde hançeriyle hırlayarak üzerime atılmıştı. Sırtım dakikalar önce kalktığım yerle yeniden buluşurken bu defa üzerimde onun ağırlığı vardı. Katıksız öfkeye bulanmış bedeni... Dudaklarımdan şok ve acıya ait bir inleme kaçıverdi.
Boğazımdaki hançerin soğukluğu ve keskinliği çenemi sıyırıp geçiyordu. Sadece yutkunmam bile toprağa kan süzülmesine neden olabilirdi. Öfkesine anlam veremeyerek gözlerine baktım.
"Zehirli büyünle bir daha zihnime dokunursan sana öyle karanlık şeyler yaparım ki... Bir daha karanlıkta kalmamak için gözünü bile kırpmazsın, güzel Alessia." Her kelimesi vurgulu bir şekilde dişlerinin arasından çıkmıştı. Sesindeki o ton, tehlikeyle karşı karşıya kalmanın onunla yüz yüze bakmakla aynı anlama geldiğinin işaretiydi.
Güzel Alessia. Bu kesinlikle bir iltifat olmaktan uzaktı.
Çirkin tehdidini ve suçlamasını reddetmek için bile çenemi oynatacak alan bulamıyordum. Üzerime geçmişti, hançeri tutmayan eliyle iki bileğimi de başımın üzerinde sabitliyordu.
Görüntüleri o da görmüştü. Bundan beni ve zehirli büyümü sorumlu tutuyordu. Bense saniyeler önce aynı görüntüler için ona hesap sormak üzereydim.
Sonunda, "Ben yapmadım," diye fısıldadım. Burnu tiksintiyle kırıştı.
Henüz benliğime yapılan ihlalin yarattığı o kirlilik hissini üzerimden atamamıştım. Müphem ise elinde tuttuğu ve üzerinde "kontrol" yazan bombanın pimi çekilmiş gibi görünüyordu.
Hançerin baskısı konuşabileceğim kadar azaldı.
"Benim de seni suçlamak için geçerli nedenlerim var. Eğer istediğimde istediğim zihne girebiliyor olsaydım, ne şimdi ne de öncesinde senin insafına kalmış olurdum," diye hırladım.
Üzerime atılırken çıkardığı hırıltıyla geri çekildi.
Hançeri kılıfına geri sokarken bakışları hâlâ üzerimdeydi. O şüpheli bakışları... Kalkmam için elini uzattığında iki eldivenin de yeniden ellerinde olduğunu o zaman fark ettim.
Eline tiksinerek baktım.
"Pekâlâ. Cehennem deliğine düşsen bile, sana bir daha elimi uzatmayacağım," dedi bakışlarım karşısında.
Ayağa kalkıp boyuna biraz daha yaklaşmaya çalıştım. Bana yukarıdan bakmasını istemiyordum.
"Peki, uzun yaşamanı sağlayacağım kuralına ne oldu?" Üzerine yürüdüm ama hiç geri adım atmadı. "Birbirimizi biçmek anlaşmamıza dâhilse haberim olsun," dedim az önce boğazıma dayadığı hançeri göstererek.
"Büyünü üzerimde kullanırsan... Evet, seni biçerim. Böylece ortada bir anlaşma kalmaz." Kelimelerinden hemen sonra göz temasını keserek çantasını alıp omzuna attı. Zaten bakışları ağır bir gribin yarattığı bitkinliği vücuduma salıyordu.
"Eğer hançerini bir daha bana doğrultursan, bir şekilde yolunu bulup bir çubuğu da sana sapladığımdan emin olurum. Böylece büyümün gerçekte nasıl hissettirdiğini görmüş olursun!" Tek nefeste ve bağırarak söylediğim bu cümlelerde sahip olduğum büyünün varlığı kabul etmiştim. Hemen o saniyede bundan pişman oldum.
Büyüyü kabul etmek, akan kanı ve en iyi arkadaşımın cesedinin sorumluğunu kabul etmek anlamına geliyordu.
O da kurduğum cümledeki ayrıntıyı fark etmişti. Tek kaşını kaldırıp gözlerini kıstı. Fevkalade.
Tüm o bana güven saçmalıkları buraya kadardı. An itibarıyla ikimiz de görünmez kalkanımızı araya çekmiştik.
Uzun, şüpheli ve sessiz bakışlarından sonra konuştu:
"Beni takip et."



Minik yıldıza dokunmak vereceğiniz en faydalı destek olacaktır. Burada olduğunuz için teşekkürler ♥️♥️♥️

FANTOM ETKİSİ doğa dönüyor Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin