Bölüm 4

47K 1.7K 657
                                    

Bölüm düzenlendi. Bu yüzden eski yorumlar aşağıda görünecek! ❤️‍🔥
(Kitap halinde ekstra bölümler vardır.)

Yıldızlar... Derin, sonsuz, pirüpak. Gecenin var ettiği gökyüzünün gözlerime doğurduğu yansıma ruhumun en ince dikişine kadar işleniyordu. Görmediklerimi hayal etmiştim o an; galaksiler ve gezegenler, belki farklı yaşam ya da bambaşka bir nefes. Parmağımın ucunda olsa da ancak bir cennet kadar yakın olan minik parıltılara baktım, balkonumdaki minderin dokusunu sırtımda hissediyordum. Her zaman, gece olduğunda tepemde beliren minik ışık hüzmelerinin henüz doğmamış ruhlar olduğu fikrini benimsemiştim. Doğmuş, ölmüş, kaybolmuş bütün ruhlar karanlığı severdi.
Bu yüzden geceyi... ruhlar esir almıştı.

Bir gürültü eşliğinde gökyüzümün üstüne bir balyoz indi. Kulakları sağır eden sesle birlikte ensemdeki tüyler diken diken olmuştu. Şimdi yıldızların arasında, kırılgan bir yüzeyde olabilecek türden derin ve dallanmış çatlaklar bulunuyordu.
Gaipten gelen fısıltılar gittikçe artıyor; ses, yükseldikçe anlam kazanıyordu. Fısıltının ne kadar zamandır kulaklarıma ulaşmayı beklediği bir gizemdi. Tıpkı ikinci bir balyoz inerken zihnimde, "Buna hangi korkunç canavar sebep oldu?" diye beliren sorunun cevabı gibi.
"Alessia!" Sanki boğazına eller sarılmış vahşi bir yaratığın sesiydi. Korku beni omuzlarımdan sarsmaya başlamıştı.
Gözlerimin uzun süredir kapalı olduğunu fark ettim. Sis perdesi ancak şimdi aralanıyordu. "Alessia!"
Omuzlarımdaki ellerin Murphy'ye ait olduğunu görünce sesin bir canavara ait olmadığını anladım. Boğazına eller sarılmış vahşi bir yaratık değildi.
"Sana seslenirken tüm çiçekleri küstürdüm, yeni yeşeren ruhları kaçırdım ve muhtemelen öfke problemi olan birilerinin sinirine dokundum," diyerek kollarını kavuşturdu. O sırada dev bir adam, burnundan soluyarak ellerini iki yanında yumruk yapmış hâlde odadan dışarı çıkıyordu.
Murphy elindeki bastonu iki kere yere vurdu. Böylece rüyamdaki balyozun gerçek yüzüyle tanışmış oldum. "Hâlâ ceset gözlerinle beni süzüyorsun. Buradan yüzünün arka planı oldukça boş görünüyor, sayın süpürge."
Kaslarımı gevşeterek yatağımda doğruldum. "Asıl sensin beyinsiz." Ellerimi yüzüme kapattığım için sesim boğuk çıkmıştı.
"Kaba, sevimsiz ve pissin," dedi Muphy. Dünün aksine baştan aşağı mavi giysilere bürünmüştü. Üzerindeki parçalarda mavinin tonları o kadar benzerdi ki yakından bakılmadığı sürece belinde bir kuşak olduğu bile fark edilmiyordu. İpleri yerli yerindeydi. Rengârenk ve bir sarmaşığı andıran o ipler... Taşıdıkları anlamı merak etmeden duramadım.
"İlk önce sen başlattın."
Parmağıyla kendini gösterdi.
Aniden şaşkınlığa bürünen yüzünde çatık kaşları iftiraya uğradım ve tam bir sürtüksün ifadesinin sessiz hâliydi. Tamam, son kısmı biraz abartıyor olabilirdim.
"Sana beyinsiz demedim." Ortadaki kelimeye elleriyle hayali bir tırnak işareti çizdi.
"İma ettin."
"Senin için zor anlaşılacak bir şey olduğunu düşünmüştüm." Murphy kıkırdadı.
Öfkemi belli etmek için korkutucu olduğunu düşündüğüm bakışlarımı ona yönelttim. "Ne yapıyorsun yüzünle öyle?" diye sorarken işaret parmağı yüzümün tam ortasında duruyordu. "O kadar şişmiş ki hiçbir şey anlamıyorum."
"Ne istiyorsun?" diye çıkıştım parmağını savuşturarak. Gerçekten de şiş ve ağır hissediyordum. Muhtemelen günün büyük bir kısmını uyuyarak geçirmiştim. Uyumadan önce ise...
Ah, o kısım mı? Yaşamımızın geri kalanı boyunca düşündükçe yüzümüzü buruşturacağımız olayı çok iyi hatırlıyordum. Müphem'in damarlarımı büzüştüren gözlerine uzunca bakmış, ardından bilinmez bir sebep yüzünden kusmuştum. Onun ayaklarına.
"Yüceler aşkına," demişti.
Zaten bunu unutmak nasıl mümkün olabilirdi ki?
Sonrasında olanlar sadece aydınlıkta yanan beyaz bir ışık kadar belirgindi. Şimdi baktığımda yatakhane bomboş görünüyordu. En az Sosha'nınki kadar toplu yataklar vardı ve etrafa temiz bir koku hâkimdi. Bunun her zaman tam olarak aradığı türden bir düzen olduğunu biliyordum. Ben bu düzeni hiçbir zaman sağlayamamıştım. Üzerime bir karanlık gibi çöken sorumluluk duygusuyla güçlükle yutkundum.
Sosha'ya geri dönmem gerekiyordu. Bir an önce.
"Süpürgenin görmesi gereken yerler olduğunu düşündüm. Müphem bana gidecek başka yerin olmadığını söyledi. Ben de ona, 'Öyleyse bir tur yapacağız,' dedim."
Hiddetle ayaklandım. "Gidecek bir evim var."
Saçlarının arasından bir makara çıkardı ve kopardığı kırmızı ipi serçe parmağına doladı. Ben öfkeli bir yüzle ne yaptığını izlerken o, makarayı saçlarının arasına tekrar yerleştirmekle meşguldü.
Aniden elimi çekiştirip göz hizasına getirdi. "Evinde su yok sanırım."
Elime baktığımda tırnaklarıma dolan kiri gördüm. "Şampuan, yara bandı, en önemlisi de biraz yemek." Sırasıyla saçlarımı, kaburgamdaki yaradan kıyafete taşan kanı ve bedenimi gösterdi. Kırk yıldır çöllerde sürünüyormuş gibi görünüyordum. Pis, zayıf ve yaralı.
"Şimdiye kadar yola düşmeyerek hata yaptım," diye çıkıştım. Ellerimi iki yanımda yumruk yapmıştım. Onlara mecbur olduğumu düşünmelerini istemiyordum. Tıpkı bir zavallı gibi. Ama evin yolundan tek parça çıkamayacağım aşikârdı. Onlara mecburdum. Tıpkı bir zavallı gibi.
Sonra bir deliye laf anlatmaya çalıştığımı fark ettim. Sonuçta o bir çatlak, âdeta bir kırıktı.
"Evinde biraz huzur da mı yok, süpürge? Yüzün memnuniyetten çok uzak kalmış veya asla gülmemişsin gibi. Belki de görünenden yaşlı olduğun içindir. Panikleme, yüzünü güldürecek bir yere götüreceğim seni." Şüpheyle ona bakan yüzümü inceleyerek kıkırdadı. "Yemekhaneye."
"Birlikte, yani..." Ona bir dakikamı daha ayıracak sabrı kendimde bulamıyor olmam ne kadar da yıpratıcıydı. Ama yemeğin fikri bile midemin guruldamasına sebep olurken onu reddedemezdim.
"Evet. Heyecanını bu kadar belli etme, hayatım." Yanımdan geçerken yüzüme bakmadan onu takip etmemi işaret etti.
Yürüyüşü dans ediyormuş gibiydi. Salınıyor ve adımı bir öncekinin önüne düşüyordu. Olabildiğince akıcı ve zarifti.
"Lütfen sus ve hayatımı kolaylaştır."

***

Yürüdüğümüz sırada geçtiğimiz koridorların duvarlarını inceliyordum. Şamdanlar dışında kurumsal bir binaymış gibi oldukça sıkıcı ve düz duvarlar vardı. "Bu binada hep siz mi vardınız? Ya da başka bir geçmişi var mı?" diye sordum. Murphy'nin biraz arkasından yürüyordum.
"Geçmişte konsey binasıydı."
"Ya sonra?" Cevap vermeden önce kıkırdadı.
"Konsey öldü, bina ise yerin altına gömüldü." Benim tüylerim ürperirken o parmaklarının ucuyla alkış tutuyordu. Parmaklarının ucu tırnak köklerine kadar sarı renge batırılmış gibiydi veya gerçekten de öyleydi. "Ölmek, ruhları için özgürlüktü, sevgili süpürge. Her ruh bu kadar şanslı olamıyor."
"Peki, şanssız ruhlara ne oluyor?" diye sordum alacağım cevaptan korkarak.
"Hiç aynaya bakıyor musun?" Aniden gelen kafa karışıklığıyla olduğum yere çakıldım. O ise devam ediyordu.
"Anlayamadım. Demek isted..."
İki kanatlı kapıyı iterek açarken, "İşte geldik!" diye bağırdı. "Burada saf gücü içine çekecek, tatmin duygusunu doruklarda yaşayacaksın. Tazelenecek ve gözlerinde bir dahaki öğüne kadar sönmeyecek parıltılarla şu kapıdan çıkacaksın." Parmağı az önce girdiğimiz kapıyı gösteriyordu.
"Yemek yiyeceğimizi sanıyordum?"
"Ben de aynı şeyi söylüyorum ya işte." Delilikle çarpılmış yüzündeki düzgün burnu sevinçle kırışmıştı. Daha önce de yaptığı gibi parmak uçlarıyla alkış tutarken normal şartlarda muhtemelen önünde sıraya girilen tezgâha doğru yürüyordu.
Burası fazlasıyla büyük, sıradan bir yemekhaneydi. Bakıldığında hayatımda hiç yemekhane gibi bir yerde bulunmamış, hatta kapısından dahi geçmemiştim. Ancak bunu tahmin etmek o kadar da zor olmazdı.
Beyazlığını kaybetmiş fayansa, yuvarlak ahşap masalara baktım. Her bir köşe boştu. Gün ışığının girmesi gereken camların ardında sadece sıkışmış toprakla taşlar vardı ve insanda kapalı alan korkusuna sebep olabilirdi. Yüksek tavana yansıyan mum ışığı bir anlığına gözüme küçük hayaletler gibi görünmüştü. İstemeden burayı güneşle aydınlanmış ve kalabalık hayal ettim. Murphy tezgâhın ardında kocaman bir kazanın üstünü kapatan kadınla konuşuyordu.
Ahşap yuvarlak masaya yerleşeceğim sırada, Murphy ellerindeki kâselerle beni durdurdu. Bana bir kaşık uzatırken kendi kaşığını da saçlarının arasından çıkarmıştı. Bu yüzden bakışlarımı sanki birazdan konuşacakmış gibi kaşığıma doğru çevirdim. Ama bunu yapmadı. Eğer dili olsaydı, bana nereden geldiğini söylerdi. Murphy'nin verdiği kâsede spagettiye benzeyen yeşil, sulu çubuklar vardı. İçimde yemeğin nasıl olduğunu gören patavatsız ve ön yargılı bir cin olmalıydı ki kâseyi en yakındaki çöp kutusuna boşaltma arzusuyla doldum. Bunu yapabilirdim... eğer bu kadar aç olmasaydım.
Yemeğimizle birlikte yemekhaneden çıktık. O sırada doğru ânı bulduğumu düşünerek en önemli problemimi çözmek umuduyla dudaklarımı araladım. "Murphy?" Adını söylerken sesimi en sevimli tonuna büründürmüştüm.
"Ulu Nanta! Sanırım yine kapılar gıcırdıyor." Aynı anda yemeğini çiğneyerek yürümeye devam ediyordu. Gözlerimi devirdim.
"Kes şunu! Önemli bir sorum var." Nereye gideceğini bilmediğim koridorun sonuna baktım. Kelimeleri tekrar toparlıyordum. Bir deliden altın değerindeki cevap nasıl alınırdı ki?
"Demek önemli bir soru. Seni dinliyorum, sevgili süpürge."
Tam ağzımı açmıştım ki beni, tabağımdan bir miktar yemeğin yere döküleceği kadar sıçratan o sesiyle bağırdı. "İşte, işte, işte burası..." Murphy tabağını yere bırakıp gösterdiği kapıya reverans yaparken birinin bizi izleyip izlemediğini utançla kontrol ettim.
Boğazımı temizledikten sonra dişlerimin arasından, "Ne yapıyorsun?" diye tısladım. Hâlâ reverans yaptığı için eğildiği yerden bana baktı. Dudakları, gülerken normal olmayan bir biçimde genişliyor, bembeyaz dişlerinin parlaklığını gözler önüne seriyordu.
"Bu kapının ardında uçsuz bucaksız, tüm renkleri barındıran bir boşluk var. Bu boşlukta ilahi güçlerin sesini duyabilir, kudretin tadına bakabilirsin. Bu boşlukta ruhunu uzak diyarlarda bulabilirsin, sevgili süpürge."
Kapının üstünde "Kütüphane" yazıyordu.
"Evet... Evet. Lütfen her nereye gidiyorsak devam edelim. Yoksa ruhumu bulacağım tek yer zebanilerin yanı olacak." Sonuçta yedi büyük günahtan biri olan içler acısı bir cinayet işlemiştim. Durumun nasıl göründüğünü biliyordum. Kaçak, kalpsiz bir katil... Oysa kayıp, korkak bir sakardım. Ayrıca zanlılara kimse inanmazdı.
Koridor boyunca birçok kapının önünde durmuş, Çamaşırhaneyi, giyinme odalarını, arınma salonunu ve Murphy'nin, altını çok fazla çizerek beni öfkelendirdiği duşları görmüştük. En sonunda, tırmandığımız karanlık merdivenlerin ardından görünürde kullanılamayan eşyaların bulunduğu tozlu bir odaya girdik.
"Burası çatı. Binanın gökyüzünü gören tek yeri."
İşte o anda, içeride neler olduğunu gördüm. Çatının eğimiyle birlikte neredeyse yere bakan camların ardında hiç de sıradan görünmeyen bir gökyüzü duruyordu. Bir çığlık attım. "Orada bir şeyler oluyor," derken elimle gökyüzünü işaret ediyordum. Nutkum, gökyüzünü gördüğüm anda tutulmuştu.
"Sevgili süpürge, beni kör mü sanıyorsun sen?"
Bakışlarım bir saniyeliğine ona dokunup eski yerine geri döndü. Cama biraz daha yaklaştım. Mor bulutların arasında duran, yalnızca karanlık bir dumandan ibaret küreye baktım. Bir gezegen, yağmur bulutlarının arasına sıkıştırılmış gibi görünüyordu. "Bu ne böyle?" diye sorarken tamamen bilinçsizce konuşuyordum.
Kara ve kasvetli duman, kürenin etrafında sürekli hareket ediyordu. İçinde olanları muhafaza etmek için oraya konulmuş gibiydi. Dev, karanlık bir küre gökyüzünde öylece asılı duruyordu. Ne kadar süredir açık olduğunu bilmediğim çenemi kapattım.
"Orası Kodes. Kendisi imparatorluk oluyor."
"Saray mı? Nasıl öyle havada duruyor?" Eğer yeterince bakarsam gizemi çözebilirmişim gibi bakmaya devam ettim.
"Umarım çatlak olduğunu düşündüğün birinden mantıklı cevaplar beklemiyorsundur. Çünkü tahmin ettiğin gibi... çoktan onları tükettim," dedikten sonra tabağından uzun yeşil bir parça aldı. Yeşil şerit, dudaklarından sallanarak yavaşça yok oldu. Tıpkı bir spagetti parçası gibiydi. Eğer yeşil renkli olmasaydı, insanı acıktıran bir görüntüsü olabilirdi.
Aslında söylediği şey doğruydu. Ondan mantıklı bir cevap beklemiyordum. Ama tutunabileceğim sayılı seçenek varken birini bile atlamak israf olurdu. Bir diğer seçenek ve cevapları vermesi en muhtemel kişi ise belliydi: Müphem.
Uçuk ve dengesiz aurasını hissedip, hem hayranlık hem de biraz ürkeklikle Murphy'nin yanına oturmadan önce son bir kez gökyüzüne baktım. İştahlı hâlini çaresiz bir motivasyon hâline getirerek kendi kâsemi önüme çekmiştim. Homurdanmalarını rahatlıkla duyabiliyordum. "Göründüğü kadar güzel mi peki?" Soruyu sorarken yemeği gösterip yüzümü buruşturdum.
"Bambin mi?" Dibini gördüğü kâseyi yanına alıp kaşığı içine bıraktı. "Her gün bambin yapılsa her gün yerim." Dilini bambin gibi yeşil renkli dudaklarında gezdirerek aldığı hazzı gösteren bir homurtu daha çıkardı.
"Vay canına, demek o kadar seviyorsun... Peki ya, sevmediğin yemek?" Her zamanki kıkırtısı odayı doldurdu. Çıkardığı seste bile akıl sağlığının yerinde yeller estiği belli oluyordu.
"Var tabii. Bambin," diye cevapladı. "Bambin burada yiyebileceğin tek yemek, süpürge."
Yenilginin gölgesini üzerimde hissederek kaşığı dudaklarıma götürdüm. İçinde ne olduğunu sorarsam beni açlıktan öldürecek o yola girebilirdim. Bu yüzden sormadım.
Islak bir un yemeğine benziyordu. Yavan, kuru ama bir o kadar da ıslak. Yerken damağıma yapışıyor ve dişlerime dolanıyordu. Kâseyi bir köşeye bıraktım.
Yanımdaki adama yan gözle baktım. Ellerini arkasındaki duvara yaslamıştı. Yüzü bir çocuk kadar güzel ve saftı. Oysa renkleri, tüm saflığı tam ortasından patlatıp onu bir görsel şölene dönüştürüyordu. "Tur için teşekkür ederim, Murphy." Neredeyse fısıldamıştım. "Ayrıca dün olanlar için üzgünüm. Özel alanına öylece girmek tamamen düşüncesizlikti."
"Kusman da öyle," dedi bir anda. Yüzümün morardığını hissedebiliyordum.
"E... evet. Bir de o."
"Tüm kötülüklerini dökmüşsün, süpürge. Bu kadar çeşitli yemek ancak Kodes'te olur."
"İğrenç bir sohbet," diye cevap verdim. Utancımdan konuyu değiştirmem gerektiğine dair sinyaller alıyordum. "Şu çiçeklere serptiğin toz... Biraz ondan bahseder misin?" Bir eli kemerindeki keseye gitti.
"Çiçekleri..."
Kapının aniden açılmasıyla odadan toz kalktı. Panikle ayaklandım, nedensizce yasak bir bölgeye girmiş gibi hissediyordum. Murphy yavaşça oturduğu yerden doğruldu.
Bir bütün olarak elbiseye benzeyen kombini ve geriye yatırılmış seyrek saçlarıyla, Asher'ın ifadesizlikten hiç kırışmamış yüzündeki tek çizgi, kaşlarının arasında duruyordu. Hemen arkasında ise henüz tanışmadığım tombul bir kadın bize doğru geliyordu.
Ellerimi nereye koyacağımı bilemedim.
Tam önümde bir bariyer gibi durdular. Asher'ın tepeden bakışlarına karşılık vermektense yanındaki beline beyaz önlük bağlanmış kadına gülümsedim. Kadın ise bana tiksinerek bakan gözleriyle cevap verdi. Olağanüstü.
"Burada bizimle yaşayacağına göre, kendine bir görev edinmen gerekiyor. Nanta'nın kuralları böyle." Asher yanımdaki çocuğu bir yemek kalıntısına bakıyormuş gibi izliyordu. Bakışları karşısında içimin kinle dolduğunu hissettim.
"Tabii senin de eksik tahtan varsa... O zaman farklı," dedi Asher. Murphy diğerlerinden farklı olarak sinsice kıkırdadı. Bir şeytan gibi.
"Ben kalıcı değilim, efendim," diyerek ânı bozdum. Sesim, telaş yüzünden olması gerekenden yüksek çıkmıştı.
"Öyle mi? Müphem kaçarken onunla birlikte ormana sığındığını söyleyince bana pek öyle gelmedi. Gladyatörlerle iletişimin ise ayrı bir şekilde takdire şayan." Küçümseyen tavrını görmezden gelmek imkânsızdı. Karşısında giderek küçüldüğümü hissediyor, aynı zamanda söylediklerinin doğru olduğunu biliyordum.
"Belki de bir suikastçıdır?" Kadının yabancı sesiyle irkildim. İlk defa konuşmuştu.
"Hayır, hayır, hayır... Ondan bu kadarını beklemek bile çok fazla olurdu," dedi Asher. Her kelimesi yüzüme tükürüyormuş gibi çıkıyordu dudaklarından. Büyük bir öfke yumrusunu geri yuttum. Şimdi göğsümde beni kavurmaya devam ediyordu. Tam o anda, Murphy elimi tutup beni geriye çekti. Bir kardeşini, dostunu korur gibi. Birbirimize onca hakaret etmemişiz gibi.
"Şuna da bir bak," dedi Asher. Kadın ise olanlar tam bir komediymiş gibi gülüyordu.
"Sonra bir daha baksanız iyi olur, efendim," dedi Murphy kendini göstererek. Ego sergileyen tavrına rağmen sesinde gıcık bir hürmet vardı. Bunun karşımızda duran ikiliyi daha da öfkelendirdiğini biliyordum ama Asher bunu belli etmemeye çalışıyordu.
Göz ucuyla verdiği bir işaretin ardından kadın kolumdan tutup beni çekiştirmeye başladı. Bunun bir üst seviyesi insanı sürüklemek sayılırdı. Asher odadan çıkacağımız son anda Murphy'ye yaklaştı. "Sen de her zamanki boktan oyunlarını oynamaya devam et."
Murphy'nin yüzü bir iltifat duymuş gibi aydınlandı. Şu anda ya çok deliydi ya da dahi. "Hay hay, efendim," diye cevap verirken bakışlarımız buluştu. Bu, onunla son göz göze gelişimizdi.
Nereye gideceğini bilmediğim koridorda tekrar yürürken kadının tok sesi bir tırnağın taşa sürtmesi gibi kulaklarımı tırmalıyordu. Söylediklerini duymayı ne kadar reddetsem de kelimeleri istemsizce algılamıştım. Temizlik, kirli çamaşırlar, toplamak ve silmek gibi beni ilgilendirmeyen ne kadar şey varsa dudaklarından dökülmeye devam ediyordu.
Benim anladıklarım ise söylediğinden tamamen emin olduğum cümlelerdi.
Seni bir hizmetçi, hatta köle gibi yıpratacağım. Bunu yapacağım çünkü defolup gitmen için emir aldım.
Ucuz ve kibirli bir adamdan emir alıyor olmasına rağmen sesi, kafasının üzerinde bir taç taşıyormuş gibi çıkıyordu. Başını dinlemediğim bir cümlenin sonunu, "Yapacaksın," diye bitirirken üzerine kir ve yemek kalıntısı bulaşmış önlüğünü düzeltti. Bu iç sesimi duyabilen biri için oldukça ironik bir hareketti. Örneğin benim için.
Aniden durup üzgün olduğumu düşünmesi için yüzümü buruşturdum.
"Birini bulmam gerekiyor. Size yardımcı olmam mümkün değil," dedim, başparmağımla arkamızda bıraktığımız koridoru göstererek. Yalan söylemiyordum, Murphy'den cevapları alamayacağımı anladığımdan beri Müphem'i bulmam gerektiğinin farkındaydım.
"Öyle mi?" diye sordu kadın. Bana attığı sen bir çöpsün bakışları biraz önce olduğu noktaya tekrar yerleşmişti. Yine de kendimden emin tavrımdan ödün vermeyerek başımı salladım.

***

Kime ait olduğunu bilmediğim bir yatağın üstünde duran kıyafetlerden oluşmuş tepeyi, tıpkı diğerlerinde olduğu gibi kirli sepetine tıktım. İkna kabiliyetimin yoksunluğundan şikâyet ettiğim ilk andı. Son olması için dua ettim.
Tekerlekli dev sepeti odanın içinde sürerken kontrolünü sağlamakta zorluk çekiyordum. Bu şekilde iş yapmak tüm gün, hatta günler sürebilirdi. Buna rağmen zaman zaman gözlerini üzerimde hissettiğim kadın burada olduğu sürece işi bırakıp kaçmak kulağa imkânsız geliyordu.
"İşe yaramazsan," demişti saatler önce. Tek kaşını kaldırarak daha konuşmadan beni tehdit etmişti bile. "Gladyatör yemi olursun."
Bu yüzden, Müphem'le karşılaşmayı sadece dileyebilir ve şanstan isteyebilirdim. Ama belki de hayatta kalmak için sığındığım bu yer bir grup gladyatörden daha ölümcüldü. Belki de herkes uyuduğunda ormana doğru kaçmalıydım. Bu ihtimaller, doğru kararı vermeden önce takılabileceğim en büyük engeldi.
İşe başlamamın üzerinden saatler geçmişti. Buna rağmen sonu gelmeyen yatakhanelerin bölünerek çoğaldığını düşünmemem için hiçbir sebep yoktu.
Bir sonraki yatakhanenin kapısına doğru ilerlerken koridorun gerisinden bir kadına ait bağırtılar yükseldi. Sesin barındırdığı öfke, ulaştığı herkesi tokatlayabilirdi.
Sepeti sese doğru sürmeye başladım. Kargaşayı görmek için yatakhanenin kapısından girmek zorunda değildim.
"Değerini canınızla ödetirim!" dedi orta boylu, esmer adam. Parmağını etrafında toplanan insanların yüzüne her çevirdiğinde, parmağın ucundaki kişiyi sorguya alıyor gibiydi. Birkaç kişi inkâr edercesine ellerini havaya kaldırmıştı. Diğerleri sadece merak yüzünden orada bekliyordu. Benim gibi. Neler olduğundan emin olmak için biraz daha bekledim. Belki görevimden kaytarmak için işime yarayan bir boşluk yakalardım.
"Sen!" dedi adam. Öfkeli parmak bu defa beni hedef almıştı. Bu sıralar parmakla çok fazla gösterildiğimi fark ettim. Beni gösterdiğini biliyordum ama bunun için bir sebebi olmadığından yanıma ve arkama göz attım. Etrafta kimseyi göremeyince parmağımla kendimi işaret ettim.
Panik, bedenimin kontrolünü yine eline almıştı.
"Evet, sen," derken ağzından tükürükler saçıyor ve bana yaklaşıyordu. Aniden terleyen avuçlarımı hâlâ üzerimde olan geceliğe sildim.
Dibime kadar geldiğinde bile durmadı. Bir anda ellerini bedenimde gezdirmeye başladığında korkuyla onu ittim. Sinirle hırladı ve beni arkadaki topluluğa gösterdi. Sanki aleyhine bir harekette bulunmuşum gibi davranıyordu. Bir şeyin suçlusuymuşum gibi.
"Ne cüretle?" Bunu o kadar şaşkınlıkla söylemiştim ki sesin benden çıktığını anlamam birkaç saniyemi aldı.
"Cüreti kendinde bulduğun kadar ara, küçük hırsız," dedi adam. İddiasının büyüklüğü yüzünden geri sendeledim. Hemen öne atılıp koluma yapıştı.
Bu korkuyla çığlık atabilir, yumruklar savurabilir, hatta yalvarabilirdim. İşte korku beni böyle tutarsız bir insan hâline getiriyordu.
"Baltamı geri ver!"
Kolumu sıkan elini gevşetmeye çalışırken benim de sesim çıkmaya başlamıştı. Katıksız dehşetle çarpılmış yüzümü ona çevirdim. "Ben almadım. Görmedim bile!" Sesim de korkunun esiri olmuştu. Bir aciz gibi titrememi gizleyememiştim. Bunun beni daha suçlu gösterip göstermediğini düşünmekten kendimi alamadım.
"Eşyalarımızı karıştırırken dikkat çekmeyecek tek kişi sensin. Yeni gelmiş biri olarak silah çalma dürtüne karşı gelmeyeceğini biliyorum." Adam bunları olabildiğince yüksek sesle söylerken başımı olumsuz anlamda sallıyordum.
"Hayır, yapmadım!" Bu kez bana kilitlenmiş tasvip etmeyen bakışlara karşı bağırmıştım.
İşte o anda, adamın arkamızdaki topluluğu da galeyana getirmeye çalıştığını ve bunu başardığını anladım. Kalabalıktan, bu adamı onaylayan yargılayıcı sesler çıkıyordu. Bana asla hak vermeyecek bir grup insanın öfkesine maruz kalmak ne kadar kötü olabilir? diye sordum kendime. Ancak cevabı biliyordum.
Daha da paniklemek için başka ne olabilirdi?
Cesaretten uzak bir içgüdüyle kolumu adamın etrafında çevirip dirseğinin içine vurdum. Acıyla inleyerek kolumu bıraktı. Hemen o anda arkamı dönüp koşmaya başlamıştım.
Saklan ya da kaç.
Arkamdan birden fazla ayak sesi geliyordu. Onlara sırtımı dönmüş olmanın telaşıyla hızlandım. Müphem'e rastlayacaksam şimdi tam sırası, diye düşündüm. Açık konuşmak gerekirse, hiç o kadar şanslı biri olmamıştım. Köşeden dönüp gözden kaybolduğumda gördüğüm ilk kapıdan içeri daldım. Arınma salonunu hemen tanımıştım. Yüksek tavanı, yerden tavana uzanan iri sütunları... İçinde var olan tek şey salonun ortasındaki kısa sütunun üzerindeydi. Camdan yapılmış bir fanusun içinde duruyordu. Şimdiye kadar gördüklerim arasında en canlı ve en gerçek olanıydı. Küçük yapısında rağmen yeni yetişiyormuş gibi görünmüyordu. Daha çok teraryumda oluşturulmuş doğal yaşamın parçası gibiydi. Küçültülmüş olgun bir ağaçtı.
Bir fısıltı önce tüm bedenini titretip parmak uçlarımda durdu. Bilmediğim bir sebep yüzünden o camı kaldırıp minik dallarına temas etmek için yanıp tutuşuyordum. Bu öyle güçlü bir arzuydu ki irademin olduğu yerde bile bu arzuyu buluyordum. Öyle güçlü bir arzuydu ki ellerim bile bu arzuya aitti.
Fanusa uzandım.
"Sakın!" dedi biri. Beni bulmuşlardı. Bu, hipnoz hâlinden çıkmam için gayet yeterli olmuştu. Bu sözün sahibine dönüyordum, daha doğrusu sahiplerine.
Ama dönerken havadaki elim fanusa çarptı.
O andan sonra her şeyin yavaş çekimde ilerlediğine yemin edebilirim.
Ben fanusu tutmak için atılırken kalabalık grup bana doğru koşuyordu. Belki ağacı tutmak, belki de beni yakalamak için. Sebebi her neyse, az öncekinden çok daha öfkelilerdi.
Ne yaptıysam da cam fanusun büyük bir gürültüyle ayaklarımın ucuna düşmesine engel olmadım. Çıkan sesle birlikte hepimiz donakaldık. Sanki biraz sonra kopacak kıyameti beklerken salonun en uzak ucuna kadar dağılan cam parçalarının hareketine seyirci olmuştuk.
Birkaç saniye sonra, ellerini dudaklarına kapatıp ağlamaya başlayanlarla birlikte küfürler saçarak üzerime yürüyenler de bu kaosa katkıda bulunmaya başlamıştı. Bense aklıma gelen ilk iyileştirici fikir olarak cam parçaları arasında kalan minik ağacı yerden kaldırmaya karar verdim.
Dokunuşumla ağaç şeklini kaybedip esnek bir ip gibi kollarıma dolanmaya başladı. İçimde şimşekler çakıyor, kanım damarlarımda uğulduyordu. Parmaklarımın yerden birkaç santim yükseldiğini hissettim. Bu, kollarıma dolanan ağacın verdiği hazzın bir yan etkisi de olabilirdi. Mutluluğun bu seviyesini hiç tatmamış, hiçbir zaman mutluluktan kusacak gibi olmamıştım.
Gözlerim kör, kulaklarım sağırdı.
Dünya bir çınlamadan ibaretti. Dünya; güçten, benliğimin ne kadarını oluşturduğunu bilmediğim sihirden ve beni bir pelerin gibi saran tatmin duygusundan ibaretti.
Gözlerim açıldığında bana doğru inen bir kılıcın parıltısını gördüm. Benim yaşlarımda görünen kılıcın sahibini tanımıyordum.
Kollarıma sarılan güç bedenime yapmam gerekenin bilincini kazandırdı. Ellerimi kendime siper ettim, kollarımdaki dallar bir ok gibi fırlayıp kılıcı benden uzağa savurdu. Ama çocuk, kılıcı tutmaya devam ediyordu.
Kolları ve duyguları, uygulanan kuvvet karşısında afallamıştı.
Bu sahne tanıdıktı. Katil dallar tanıdıktı. Ancak o zamanın aksine, şu anda bana güven veriyordu. Sosha'yı benden alan bu güce güven duyuyordum.
Yeniden güven duymaya başladım.
Sorgulayan nidalar, korkudan gelen fısıltılar ve kaçanların çığlıları...
Başka biri üzerime koştuğunda dallarım bir virüs gibi atıldı ve orta yaşlı adamın omzuna saplandı. Adam omzunu tutarak dizlerinin üstüne çökerken olduğum yere çakılı kaldım. Bunun olmasını istememiştim. Ellerimi tiksintiyle silkeledim. Suçluluk duygusu beni yine aynı yerden yakalamış ve yavaş yavaş kemirmeye başlamıştı.
Dallar yere kayıp yeniden minik ağaç şeklini aldı.
Adamın başına çöken herkes beni unutmuş gibi görünüyordu. Ama arkada, kapının önünde bana bakan üç çift gözden ikisinin hiçbir şeyi unutmayacağını biliyordum. Böylece, Müphem'i görünce hissettiğim rahatlama ortadan kayboldu.
Asher'ın ne söylediğini anlamak için dudaklarını okumama gerek yoktu. "Ben sana söylemiştim," diyordu. Kelimeleri duymasam bile bu, gözle görülür ve haklı bir öfkeydi.
Birileri kollarımı arkamda sabitleyince onlara engel olmadım ya da direnmedim. Sosha'ya yaptığım şeyi o adama da yapabilirdim. Hatta diğer herkesi daldan geçirebilirdim. O anda ben bile buna engel olamazdım.
Müphem arkamda duranlara sakince, "Problem çıkarmayacak," diye seslendi. Bu bana verdiği bir mesaj olmalıydı. Problem çıkarma.
Çıkarmayacaktım.
Sakin sesinin aksine, arkamda durup beni tutan her kimse bize doğru yaklaşırken onu paramparça edecekmiş gibi hissediyordum. Beni buradan çıkarması için birçok şey yapabilirdim.
Salon hızlıca boşalırken sedyeyle taşınan yaralı adama gözden kaybolmadan önce son kez baktım. Midem suçlulukla kasıldı. Bir canavar olabilir miydim?
Yaralı adamın yanına gitmek, saatlerce bu olanlar için özür dilemek, hatta ona yardım etmek istiyordum. Ama Müphem tam karşıma dikildiğinde tek yapabildiğim şey başımı hızlıca iki yana sallamaktı.
"Böyle olsun istemedim, yemin ederim..." Sesim bir fısıltı hâlinde ve ağlamaklı çıkıyordu.
"Hey," dedi Müphem. Benim kadar kısık sesle konuşuyordu. Elleri omuzlarıma değmek üzereyken bunu yapmaktan vazgeçti. "Tamam. Kimseye bakmadan sadece yanımda yürü. Anlaştık mı?" Onu başımla onayladım.
Beni buradan çıkarması ve evin yolunu göstermesi için çığlıklar atmak üzereydim. Birazdan uyanmam gerekiyordu, bunun oldukça uzun süren bir kâbus olduğunu anlamalıydım.
Müphem'in yanında yürürken saniyelere geçse de düşündüğüm şey gerçekleşmedi. Uyanmadım.
Asher ve Murphy'nin yanında dikildiği kapıdan öylece çıkacakken Asher'ın yanındaki çocuğun kulağına eğildiğini gördüm.
"Kurtul o cadıdan!" diye emretti. Kasıtlı olarak benim de duyabileceğim bir tonda söylemişti. Asla yüzüme bakmıyordu.
"Efendim," dedi başka bir ses. Bu sefer konuşan Murphy'ydi. Asher ona dönünce elinde tuttuğu bir kâğıt parçasını alması için adama uzattı.
Asher kâğıdı alır almaz kaşlarını çattı. "Ne bu şimdi?"
"Verdiğiniz emri yerine getirdim." Murphy bunu söylerken muhtemelen arkada birleştirdiği ellerine iplerini sarıyordu. Baştan aşağıya saygı gösteriyormuş gibi görünüyordu. Ama ben kâğıtta Asher'in çizilmiş portresini görünce şahit olduğum son konuşmalarını hatırladım. Bu adi ve dâhice bir hakaretti.
Asher da bunu fark etmiş olmalı ki kâğıdı yere attı ve üzerine basıp geçti. Gitmeden önce Müphem'e doğru dönerek, "Söylediğimi yap," demişti dişlerinin arasından.

***
Bana neler olduğunu dakikalardır sormuyordu. Murphy'nin çiçek odasında yere oturup dizlerimi kendime çektikten sonra sırtımı masaya yaslamıştım. Onun iyi ya da kötü bir şeyler söylemesini ve soru sormasını bekliyordum. Bunlar sağır edici bir sessizlikten daha yatıştırıcıydı.
Başımı kaldırıp kapıya yasladığı bedenine baktım. Tam olarak rüyamda hatırladığım hâline benziyordu.
Uzun siyah çizmeleri, kahverengi pantolonu, dizlerinin altında biten turuncu işlemeli mavi ceketi ve krem rengi kazağı... Unutması imkânsız son parça olarak ise yüzükleri vardı. Ancak bir bütün olarak cıvıl cıvıl görünmesi gözlerinin içindeki karanlığı söndüremiyordu. Hatırladığım yabancı... Hatırladığım Müphem.
Ona baktığımı, çok uzun süre baktığımı boğazını temizlediğinde fark ettim ve daha fazla utanç hissederek kafamı çevirdim. Artık bu duygu canımı eskisinden daha çok sıkıyordu.
"Anlatmaya bir yerden başlamaya ne dersin?" Karşıma oturarak benim gibi sırtını masaya yasladı.
Hitap etmekte zorlandığını fark etmiştim "Alessia."
Gözlerim dışında her yere bakıyordu. "Alessia," diye tekrar etti. Bana seslenmemişti. Daha çok ismimin tadına bakıyormuş gibiydi.
"Bir yerden başlamaya ne dersin, Alessia?" Başını da masaya yasladıktan sonra bakışlarını tavana dikti. Bu açıdan boynu tam olarak gözlerimin önünde duruyordu. Kafasının içindeki sorunlara sahip olmadığım çözümler arıyormuş gibi görünüyordu. "Arınma sembolümüzün senden önce böyle yetenekleri yoktu dersem, belki konuşmana yardım etmiş olurum?"
Şüpheli konumu, karanlık tarafımı tetikliyordu.
"Ağacınızın bana bunu yapmadığını nereden biliyoruz?" diye sordum. Ama yapmadığını adım kadar iyi biliyordum. Sonuçta o güçle kapanmamış bir hesabımız vardı.
Müphem yüzüme baktı. Gözlerime değil, yüzüme bakıyordu. Kasıtlı olarak uzak durduğunu ve göz göze gelmekten kaçındığını anlıyordum. Belki de sebebi ayakkabısına kusmamdı.
"Alessia..." İfadesi zaten bildiği bir şeyi söylememi bekliyormuş gibiydi. Söyle ve bitsin, diyormuş gibi görünüyordu. Ayağa kalkıp eldivenini giydikten sonra elini bana uzattı.
Biraz gururum kırılmıştı. Bana dokunmasını isteğimden değildi ama benden tiksindiğini bu kadar belli ediyor olması beni bile şaşırtmıştı.
Ona elimi uzatmadım. Artık tam karşısında duruyordum.
"Bildiklerimle sana yardım etmeme izin ver," dedi Müphem.
"Bunu neden yapacaksın ki?" Pembe dudaklarının bir yanı, sorumla birlikte yukarı kıvrıldı.
"Bundan benim de çıkarım olacak. Ancak..." Eldivenli eliyle çenemi kaldırdı. Tenlerimiz arasında duran kumaş parçası bazı şeylere engel olamıyordu. Bazı şeylerin canı cehennemeydi.
Ne söyleyeceğini düşünmesi, beklediğimden uzun sürünce tekrar hareket ettim ve çenemi elinden kurtardım. Bu, yüzünde daha sinsi bir gülümseme oluşmasını sağlamıştı.
"Ancak ne?"
"Ancak bu birçok şeyin başlangıcı. Örneğin bir sırrın. Planlarımız ve paylaştıklarımız aramızda kalmalı. Planın devam edebilmesi için, en önemlisi de burada hayatta kalabilmek için bana uyum sağlaman gerekiyor. Söylediklerimden birini atlarsan hedef hâline gelirsin. Bunu ikimiz arasında bir ittifak gibi düşün."
Düşünüyormuş gibi yapıyordum. Kabul etmekten başka çıkar yolum olmadığını düşünmesi onurum için oldukça yıpratıcı sayısız darbeden biri olurdu. Belki, dedim. Belki de evin yolunu bana çok geçmeden gösterir.
"Hâlâ karşılığında benden ne istediğini söylemedin," dedim en şüpheli sesimle. Arada sırada turuncu saçlarına kayan bakışlarıma hâkim olmaya çalışıyordum.
"Alacağım karşılık, sana yardım ettikçe ortaya çıkacak. İhtiyacım olan şey sensin." Tüylerim diken diken olurken ellerimi koyacak bir yer bulmaya çalıştım.
"Nihayetinde evimi bulacak mıyız yani?" diye sordum. Müphem gözlerini kısarak düşündü. Tekrar karşılaştığımız andan beri ilk defa gözlerime bakıyordu.
"Evet. Sana ait olanı bulacağız. Söz veriyorum." Eldivenli elinin serçe parmağını bana doğru uzattı. Karşılık olarak ben de serçe parmağımı onunkine sardım. "Anlaşmanın bana düşen kısmına uyacağıma söz veriyorum."
Birbirine dolanmış serçe parmaklarımızın üzerinden mavi bir duman geçtiğini görür gibi oldum. Bu o kadar hızlı gerçekleşmişti ki bir göz yanılmasından kolaylıkla şüphe edebilirdim.
Parmaklarımızı çözmek istediğimde daha da sıkarak buna engel oldu. Beni kendine doğru çektikten sonra kulağıma eğildi. Onu odanın diğer ucundan da duyabilirdim. Ama o, bunu bilmesine rağmen biraz daha yaklaşmıştı.
"O bir söz ciniydi."
Söylediği şeyi anlamış olsam da tekrarlamasını isteyecektim. Ancak arkasını dönüp odadan çıktı. Kirden kurtuluyormuş gibi parmağımı ovalarken sanırım bahsi geçen cinin ortaya çıkmasını bekliyordum. Sayesinde bir cin görebildiğim türden bir söz vermiştim.
Bunun anlamı, sözümde durmazsam sonuçlarıyla karşılaşacağım mıydı?

.

.

.

Minik yıldıza dokunmak vereceğiniz en faydalı destek olacaktır. Burada olduğunuz için teşekkürler ♥️♥️♥️

FANTOM ETKİSİ doğa dönüyor Where stories live. Discover now