1.Bölüm

8.5K 436 23
                                    

Gözlerimi kırpıştırarak açtığımda güneş ışığı beni kör ediyor. Sızlanarak kalkıyorum ve penceremi sonuna kadar açıp temiz havayı içime çekiyorum. Caddenin insanlarla dolu olduğunu farkediyorum. Birilerine bağırıyor, çarptıkları için özür diliyorlar. Arabalardakiler ise saniyede bir korna çalıyor. Başımı dışarıdan çekiyorum ve odama konsantre oluyorum. Duvarımdaki saat yedi kırk ikiyi gösteriyor. Gözlerimle okula giderken giymem gereken kıyafetleri arıyorum. Bulmam on saniyemi alıyor, ne büyük zaman kaybı. Orada, siyah kanepemin üzerinde, düzgünce katlanmış ve üst üste dizilmiş duruyorlar. Bunun annemin işi olduğunu hemen anlıyorum. Kapıma yöneliyorum ve tokmağı tutup çeviriyorum. Tanrıya şükür kapım tahta değil, diye düşünüyorum, yoksa lanet bir şekilde gıcırdardı. Kocaman, güneş ışığıyla aydınlanmış ve ısınmış olan hole adımımı atıyorum. Banyo kapısının olduğu tarafa doğru yürürken, anne ve babamın neşeli sesleri geliyor mutfaktan. Bir saniye sonra ağabeyim de onlara katılıyor. Farkında olmadan sırıttığımı farkediyorum ve tekrar harekete geçip banyoya giriş yapıyorum. Musluğu açıyorum ve yüzüme soğuk su çarpıyorum. Başımı kaldırıp aynada kendime bakıyorum. Babamın kömür siyahı saçlarını, annemin zümrüt yeşili gözlerini almışım, ağabeyim ise babamın gök mavisi gözlerini, annemin ateş kızılı saçlarını. Zamanımın boş yere akıp gittiği kafama dank edince bakışlarımı aynadan ayırıyorum ve banyodan çıkıyorum.
"Lea!". Annemin cıvıldayan sesi holü dolduruyor. Mutfağa doğru gidiyorum ve kapıda durup, annemin özenerek hazırladığı -her zamanki gibi- kahvaltıya bakıyorum. "Vay canına, anne. Senin yerinde olsam, asla bu kadar özenmezdim." diye itiraf ediyorum. Hafif bir kahkaha atıyor ve bana bakıyor. "İşte bu yüzden okula gidiyorsun ya. Senden ev hanımı olmaz." diyor. Eh, haklı. Masaya yaklaşıp bir parça krep alıyorum, üzerine bal sürüyorum ve çikolata sosu döküyorum. Ah, en sevdiğim. Krebi rulo yapıp bir ısırık alıyorum. "Nefis." diyorum. Krebimi bitirdiğimde, portakal suyumu alıyorum ve bir yudumda içiyorum. "Muhteşemsin, anne." diyorum ve odama geri dönmek üzere kapıya yöneliyorum. "Neden bu kada acele ediyorsun? Okul sekiz buçukta başlıyor." diyor babam. "Bilmem. Sanırım biraz heyecanlıyım." diyorum ki bu doğru sayılır. İçimde gittikçe büyüyen heyecanı hissedebiliyorum. Tekrar odama döndüğümde, kanepemin üzerindeki kıyafetlerin katlarını bozuyorum ve onları imcelemeye koyuluyorum. Simsiyah bir kıyafet. Sonbahar mevsiminde olduğumuz için, havaya uygun olduğuna karar veriyorum. Uzun kollu, pamuktan bir siyah bluz, keten, siyah bir asker pantolonu ve siyah, bağcıklı botlar. Daha soğuk havalarda giyebilmem içinse, siyah bir kazak ve siyah deriden, kurşun geçirmez bir yelek olduğunu farkediyorum. Bugün havanın yirmi derece olduğu düşünülürse, ekstra bir şey giymem gerekmiyor. Bluzu ve pantolonu üzerime geçirip, dalgalı saçlarımı düzgün bir atkuyuğu yapıyorum. Botlarımı elime alıp, dış kapının önüne götürüyorum. Arkamı döndüğümde, babamın orada durmuş beni izlediğini görüyorum. "Bence yayını ve oklarını da almalısın. Eminim onların nasıl kullanıldığını öğrettikleri bir ders olacaktır. Ve sen, bu konuda ne kadar mükemmel olduğunu biliyorsun." diyor babam. Evet, yay kullanmakta gayet iyiyim. Ayrıca çok seviyorum. Babamın elime ilk defa bir yay verdiği zamanı hatırlıyorum. Beş yaşındaydım. "Aman Tanrım!" diye haykırmıştım. "Baba, bu çok ağır." diye yakınıp durmuştum. Ama babam bu yakınmalarımdan hiç bıkmamıştı. Beni bu konuda eğitmek için ormana götürmüştü, hemde her gün. İlk gidişimizde benden, iki metrelik bir ağaçtaki elmaları vurmamı istemişti. Tam olarak dört tane elma vurmuştum. Zaman ilerledikçe, daha yüksek ağaçlardaki meyveleri vurmamı istemişti. Oraya en son gittiğimizde, tamı tamına yirmi iki metrelik bir ağaçtaki şeftalileri vurmaya çalışmıştım. On sekiz tane şeftali vurmuştum. Babam bana sımsıkı sarılmış ve alnıma bir öpücük kondurmuştu. "Eh," demişti, "bir dahaki sefere meyveleri dala bağlayan yeri vurmaya çalışırsın. Böylece eve elimizde meyvelerle döneriz." Ama o bir dahaki sefer hiç gelmemişti çünkü bir sonraki gün, hevesle ormana gitmeye hazırlanırken babam gelmiş, bundan sonra oraya gidemeyeceğimizi söylemişti. Ağlamıştım. Henüz on yaşındaydım. Bana nedenini söylememişti fakat ben, caddedeki insanların konuşmalarından öğrenmiştim. Benden yanlızca iki yaş büyük bir çocuk, korkunç bir saldırıya uğramış ve ölmüştü. Saldıranınsa, bir hayvan mı yoksa Güneyliler mi olduğu asla öğrenilememişti.
Babamın botlarının sesi, beni anılarımdan uzaklaştırıyor. Ona baktığımda, elinde gümüş bir yay ve siyah bir kılıfın içinde gümüş oklar olduğunu farkediyorum. "Bunları senin için almıştım. Okula gitmek istediğini söylediğinde." diyor babam, kederli gözlerle bana bakarak. Daha fazla bir şey söylemesine izin vermeden, ona doğru koşıyorum ve kollarımı boynuna doluyorum. "Teşekkür ederim, baba. Bunlar, harika." diyorum. Gerçekten de öyleler. O kadar yeni ve temiz ve güzeller ki... Ayrıldığımızda, babam elindekileri bana uzatıyor. Altı yılın ardından yayın ağırlığını tekrar hissetmek içimdeki kelebekleri harekete geçiriyor. Elimdeki göz alıcı, muhteşem nesnelere bir süre özlemle bakıyorum ve akabinde yayı da okların yanına koyup kılıfı boynumdan geçiriyorum. "Eh, haydi gidelim." diyor babam, "Saat sekizi on beş geçiyor. Geç kalmak istemezsin." diye ekliyor. Evet, asla istemem.

ŞampiyonWhere stories live. Discover now