35.Bölüm

1.1K 89 0
                                    

İki saatlik bir yolculuğun ardından, askerlerim ve Güneylilere güvenli bir noktadan sarayı gözetlemeleri emrini veriyorum. Gruplar halinde çevreye dağılıyorlar ve bir köşeye tünüyorlar. Chris'in sırtına vuruyorum.

"Bunu yapabileceksin, değil mi?" diye soruyorum. Bu soruyu sorarken sesim gibi kalbim de titriyor. Tek elini yanağıma koyuyor ve beni kendine çekerek yavaşça öpüyor.

"Tabii ki yapabileceğim. Beş yaşından beri silah kullanıyorum. Övünmek gibi olmasın ama harika bir nişancıyımdır. Asla ıskalamam. O muhafızların karşımda hiç şansı yok." diyor ve ileri atılıyor. "Seninle yirmi dakika içinde görüşürüz, sevgilim." diyerek bana göz kırpıyor ve yeşilliklerin arasında gözden kayboluyor. Yanıma bir asker geliyor.

"Komutanım, sarayın dışında hiç güvenlik kamerası yokmuş. Onların tek bulunduğu yer, kraliyet ailesinin katıymış." diyor.

"İyi o halde. Onları kapatmayı akıl etmemiz iyi olmuş. Böylelikle alt kattakilerin bir şeyden haberi olmayacak." diye karşılık veriyorum. Asker başını sallıyor ve yanımdan uzaklaşıyor. Ayaklanıyorum ve parmak ucuma basarak saray binasına doğru ilerliyorum. Ön kapı görüş alanıma girdiğinde, batıya doğru ilerlemeye başlıyorum. Yeşilliklerin arasında fark edilmediğimi umarak arka tarafa yöneliyorum. Muhafızların silüetlerini gördüğümde, kocaman ve yoğun bir çalılığın arkasına tünüyorum. Ok kılıfımdan yayımı çıkarıyorum, akabinde bir ok çekiyorum. Oku yaya geçiriyorum ve başımı, muhafızı görebileceğim kadar kaldırıyorum. Bir tanesi ileri geri yürümeye başlıyor. Dimdik duruşuna ve sersem üniformasına bakarak gözlerimi deviriyorum. Sonra muhafıza odaklanıyorum. Yayımı ona doğru kaldırıp geriyorum ve tam kalbini hedef alıyorum. Oku serbest bırakıyorum. Havada uçuyor ve muhafız döndüğü anda, tam kalbinin ortasına saplanıyor. Hemen çalılığın ardına saklanıyorum. Arka tarafta bir yaygara kopuyor. Muhafızlardan biri diğerine sesleniyor. Sesleri, bulunduğum yere adeta arı vızıldaması gibi geldiğinden ne dediklerini anlayamıyorum. Elimde yayımla karın üstü yere yatıyorum ve diğer bir çalılığa doğru sürünüyorum. Arkasına geçiyorum ve başımı hafifçe kaldırıyorum. Başka bir muhafız, yerdeki ölü muhafızın yanında dikiliyor. Yayıma başka bir ok geçiriyorum ve yayı geriyorum. Sırtından girip kalbini delecek noktayı belirliyorum ve oku bırakıyorum. Hedef aldığım yere saplanıyor ve muhafız inleyerek yere yığılıyor. O sırada iki muhafız daha çıkageliyor. Başkalarına haber yetiştirmemeleri gerektiğini, onları hemen öldürmem gerektiğini biliyorum. Hemen harekete geçiyorum. Bir ok kapıyorum ve muhafızlardan birinin kalbine doğru gönderiyorum. Ok havada uçarken, elimi kılıfa atıp başka bir ok alıyorum ve onunla da diğer muhafızın kalbini deliyorum. Arka bahçedeki dört muhafızın da yerde ölü bir şekilde yattıklarından emin olmam gerekiyor. Bu nedenle, beni yağmurdan koruyan ağacın altından, kötü gözlerden sakındıran çalılığın arkasından ayrılıp sarayın arka bahçesine doğru ilerliyorum. Neredeyse sağanak yağan yağmurun altında gözlerime sular doluyor ve görmem zorlaşıyor. Kirpiklerimden sular damlıyor ve bir gözyaşı gibi yanaklarımdan süzülüyor. Bahçenin, belime kadar gelen demir parmaklıklarına ulaştığımda ıslak yüzümü siliyorum ve yayımı ok kılıfına tıkıştırıyorum. Kemerimdeki tabancayı çekip çıkarıyorum ve otobüsten inmeden önce Chris'ten aldığım susturucuyu tabancanın ağzına takıyorum. Tek bacağımı parmaklıkların öbür tarafına atıyorum ve botumu ıslak çimlerde dengeliyorum. Dışarıda kalan bacağımı da içeri alıyorum ve tabancamı iki elimle kavrayıp muhafızların ıslak ve ölü bedenlerine doğru ilerliyorum. Hepsini teker teker kontrol ediyorum. Oklarımın delip geçtiği yerlerden kan aktığını ve her birinin altında bir kan gölü oluştuğunu görüyorum. Yağmur damlaları kan göllerinin üzerine düşüyor. Ön taraftan birinin, "Herkes sarayın içine!" diye bağırdığını duyuyorum ve hemen sarayın duvarının arkasına saklanıyorum. Islak çimlerin muhafızlardan birinin topuklarının altında ezilme sesini duyunca geriliyorum. Muhafızın bedeni görüş alanıma girdiğinde hamle yapıyorum ve karnının ortasına dizimi geçiriyorum. Karnını tutmak için kollarını kaldırmasına bile izin vermeden tetiği çekiyorum. Genç adamın gözleri tavana kayıyor ve ardından cansız bedeni yere yığılıyor. Hava birdenbire soğuyor. Zangır zangır titremeye başlıyorum. Soğuk içime işliyor. Tıpkı bir sıvının bulunduğu kabın şeklini alması gibi, soğuğunda içimde bedenimin şeklini aldığını ve iliklerime kadar dondurduğunu hissediyorum. O sırada, duvardan biri çıkıyor. Hayır, duvardan değil. Sarayın beton duvarlarının arasındaki gizli bir kapıdan. Hafif bir şekilde aydınlanmaya başlayan gökyüzünün yaydığı zayıf ışıkta, saçları gümüşümsü bir sarı renginde parlıyor. Gözlerini bu tarafa çevirdiğinde elini göğsüne koyuyor ve rahat bir nefes alıyor. Ona doğru koşuyorum. Kollarını açıyor ve onların arasına girdiğimde beni sımsıkı sarıyor.

"İyisin." diyor. Alnına düşen saçlarından sular damlıyor ve yüzümü ıslatıyor.

"İyiyim. Gel haydi. Arkayı temizledim. Yukarı tırmanmalıyız." diyorum ve kollarından sıyrılıp arkaya koşuyorum. O da beni takip ediyor. Yaklaşık otuz metre uzunluğundaki saraya bakıyorum.

"Oraya nasıl çıkacağız?" Sesimin beklediğimden yüksek çıkmasından yağmurun hafiflediğini tahmin ediyorum.

"Ah, evet. Bekle bir saniye." diyor ve sırtındaki çantayı yere bırakıp incelemeye başlıyor. İçinden, turunculaşmaya başlamış göğün yaydığı ışıkta gümüş bir renkle parlayan bir şey çıkarıyor.

"İşte bununla."

Sarayın içi sıcak ve kuru. Tavandaki bir camı un ufak edip indiğimiz bu oda, sarayın deposu. En üst katta depo, ha? Sırılsıklam saçlarımı sıkıyorum ve bileğimdeki ıslak tokayla topluyorum. Kıyafetlerim için yapabileceğim bir şey yok. Chris, bakışlarıyla hazır mısın? diye soruyor. Başımı sallıyorum. Deponun kapısını yavaşça açıyor. Başını hafifçe dışarı uzatıyor. Birkaç saniye boyunca gözledikten sonra baş parmağını kaldırıyor. Tabancamı sıkıca kavrayıp yanına yürüyorum ve önden o olmak üzere, sırayla kapıdan çıkıyoruz. Gözlerimi yüksek tavanlı dar koridordaki kapılarda gezdiriyorum. Üzerinde "Prenses" yazan kapıyı bulmam bir dakikamı alıyor.

"Ben prensesi alıyorum. Sen de prensi hallet. Sonrasında, kral ve kraliçenin icabına bakarız. Onları da hallettikten sonra sarayı temizler ve işe orduyla devam ederiz." diyorum. Onaylarcasına başını sallıyor. Parmak uçlarımda prensesin kapısına doğru ilerliyorum. Altın işlemeli kapı kolunu kavrıyorum ve sessizce açıyorum. Prenses işte orada, yatağında, benim burada olduğumdan habersiz bir şekilde güzellik uykusuna dalmış yatıyor. İçeriye doğru iki adım atıyorum ve kapıyı arkamdan yavaşça kapatıyorum. Prensesin yatağına doğru ilerlerken odasını inceliyorum. Kenarları altın işlemeli beyaz çerçevesi olan bir aynası, onun önündeyse devasa beyaz masası duruyor. Kocaman, şekilli camdan içeriye doğmaya başlamış olan güneşin hafif ışığı giriyor. Yatak başlığı tamamen altından oluşuyor. Gözlerimi deviriyorum. Prensesin yatağının kenarına varınca duruyorum ve tabancamı sımsıkı kavrıyorum. Parmak boğumlarım bembeyaz oluveriyor. Tabancayı şakağına dayamamla, iri, kahverengi gözlerini kocaman açması bir oluyor.

ŞampiyonWhere stories live. Discover now