26.Bölüm

1.4K 98 1
                                    

Evimin kapısının önüne geldiğimizde duraksıyorum. Neredeyse bir haftadır burada olmadığımı, burayı ne kadar özlediğimi farkediyorum. Güvende olmayı ne kadar özlediğimi...

Dönüp baktığımda, Chris'in zangır zangır titrediğini görüyorum. Kollarımı beline doluyorum ve başımı göğsüne yaslıyorum. O da, titreyen elleriyle saçlarımı okşuyor. Parmak ucunda yükselip, kulağına fısıldıyorum, "Her şey iyi olacak." Başını olumlu anlamda sallıyor ve derin bir nefes alıyor. Bende aynısını yapıyorum, akabinde kapıya yöneliyorum. Ve tıklatıyorum. Bir dakika sonra, karanlıkta adeta bir alev gibi parlayan saçları ve bana okyanusları anımsatan gözleriyle Miles, karşımda beliriyor. Beni gördüğünde gözleri kocaman açılıyor ve adımı haykırarak beni kollarının arasına hapsediyor. Yüzümü omzuna gömüp, sessizce ağlarken, ona olan özlemimin kokusunu alıyorum. Oracıkta, uzunca bir süre sarılıyoruz. Bu güzel kavuşma anını bozan şey, Miles'ın Chris'i görmesi oluyor.

"Sen!" diye kükrüyor ve beni serbest bırakıp ona doğru gidiyor. Yumruğunu havaya kaldırmasıyla, ikisinin arasında bitiyorum.

"Hayır!" Ağabeyimin beni kurtaran çocuğa yumruk atmasına engel oluyorum. "Miles, hayır. Hiçbir şey bilmiyorsun. Olanlar hakkında hiçbir fikrin yok. Şimdi sakin ol ve içeri girelim. Sana her şeyi anlatacağım."

Bir şey söylemek için ağzını açıyor fakat vazgeçiyor. Tek kelime etmeden içeri giriyor. Chris'in taş kesilmiş halini farkettiğimde, dudaklarına minik bir öpücük konduruyorum ve ona tekrar hatırlatıyorum.

"Her şey iyi olacak."

"Ne yani? Bana, onun seni kurtardığını mı söylüyorsun?" Miles, parmağını Chris'e doğrultarak konuşuyor.

Başımla onay veriyorum. "Evet, Miles. O olmasaydı, ölmüştüm."

"Fakat her şey onun yüzünden oldu. Onu tanıyorum, Lea. Pisliğin teki. Şu ana kadar neler yaptığını bir bilsen."

"Hayır! Onu tanımıyorsun. Onu tanıyan kişi benim. Sana, bir Güneyli olmaktan, orada o insanlarla birlikte yaşamaktan nefret ettiğini söylemiş miydim?" Bağırıyorum.

"Ha? Ne?" Miles, şaşırmış görünüyor.

Chris, konuşabilecek cesareti kendinde buluyor, sırtını dikleştirerek söze başlıyor.

"Evet, söyledikleri doğru. Oradan nefret ediyorum. Orayla ilgili her şeydende. Benim tek istediğim, burada, sizin aranızda olmaktı fakat böyle bir şey asla olmadı. Yinede, vazgeçmedim. Benden şüphelenmemeleri için onlardan biriymiş gibi davrandım. Sonunda beni, bir casus olarak buraya gönderdiklerinde, bunun tek şansım olduğunu düşündüm. Ama her ne olduysa, bundan vazgeçtiler ve beni geri götürmek için zor kullandılar. Sonra da, bana açıklama olarak, bunu daha fazla uzatmayı istemediklerini, hemen bir savaş teklifinde bulunacaklarını söylediler. Buraya gelmek, sizden biri olmak için hiçbir şansım kalmadığını düşünürken, aklıma Lea geldi. Onun, benim için bir şans olabileceğini düşündüm. Ve işte, onun sayesinde, hayatım boyunca asıl olmak istediğim yerdeyim."

Miles, bu sözleri düşünürken, parmağıyla çenesine vuruyor. Sonunda, duruyor ve gözlerimin içine bakıyor.

"Lea, ona güveniyor musun? Dürüst ol."

Düşünmüyorum bile.

"Ona güveniyorum." Kelimeler dudaklarımdan, hiç zorlanmadan dökülüyor.

"Eh, eğer sen ona güveniyorsan..." Duraksıyor, sonra devam ediyor, "...bende güveneceğim." Sandalyelerden birine oturuyor ve dirseklerini masaya dayıyor. Bakışlarını Chris'e yönelterek, "Yaptığımız anlaşmaya göre, iki gün içinde savaş başlayacak." diyor. Kelimelerini dikkatle seçerek, sormasını umut ettiğim soruyu soruyor.

ŞampiyonWhere stories live. Discover now