24.Bölüm

1.6K 108 25
                                    

Chris, sokaktaki boş evlerden birindeki yumuşacık fakat aynı zamanda yıpranmış koltukta uykuya daldığında, onun bıçaklarını da alıp kemerime takıyorum ve dışarı çıkıyorum. Bu bölgedeki insanların çoğunun beni tanımadığını umuyorum. Ellerimi pantolonumun ceplerine sokup, yürümeye devam ediyorum. Yarım saat kadar yürüyüp hiçbir sonuç elde edemeyince, sinirimi bastıramıyorum ve yandaki binanın beton duvarına bir tekme geçiriyorum. İnsanların bakışlarını bana yönelttiklerini görünce dahada sinirleniyorum ve yüksek sesle, "Burada hiç eczane var mı?" diye soruyorum. Bazıları hiçbir şey olmamış gibi yürüyüp gidiyorlar fakat birkaç kişi başlarını olumlu anlamda sallıyor.

"Lütfen biri bana oraya kadar eşlik edebilir mi? Arkadaşım yaralı ve ilaca ihtiyacı var." diyorum bitkin bir şekilde.

"Ben seni götüreyim." diyor biri. Başımı çevirip sesin geldiği yöne bakınca, uzun boylu, sarışın, ela gözlü bir çocuğun bana doğru geldiğini görüyorum. Yanıma vardığında duraksıyor ve elini uzatıyor.

"Adım Dallas." diyerek kendini tanıtıyor. Uzattığı eli çekinerek sıkıyorum.

"Ben de..." Gerçek adımı söyleyip söylememek konusunda emin olamıyorum. Fakat buradaki insanların hepsi doğuştan düşmanım olduğu için, elbette ki yalan söylemeyi seçiyorum. Cümlemi, "Laurel." diye tamamlıyorum. Bu ismin aklıma hangi cehennemden geldiği konusunda hiçbie fikrim yok. Dallas gülümsüyor ve elini geri çekiyor.

"Haydi, eczane çok uzakta değil." diyor ve yürümeye başlıyor. Onu takip ederken, aklımdan binlerce düşünce geçiyor. Neden tanıştık ki? Ya bu bir tuzaksa? Ya beni eczaneye değilde, tekrar hapisaneye götürüyorsa? Ya bu Dallas denen çocuk, kılık değiştirmiş bir askerse?

"Arkadaşının durumu ne kadar kötü?" diye sorarak beni düşüncelerimden uzaklaştırıyor Dallas. Açık bir biçimde onu tersliyorum. Gözlerimi devirerek, "Bunun seni ilgilendirdiği konusunda şüpheliyim." diyorum ona. Kıkırdıyor. Aramızdaki mesafeyi biraz daha açıyorum. Ondan ne kadar uzak durursam, o kadar iyi olacağına karar veriyorum. On dakikalık bir yürüyüşün ardından, neredeyse terk edilmiş gibi gözüken bir binanın önünde duruyoruz.

"İşte geldik." diyor yüzünde aptal bir gülümsemeyle.

"Emin misin?" diye soruyorum geçmem için kapıyı açtığı sırada. "Burada hiç eczane tabelası falan görmüyorum."

"Eh, burası eczane falan değilde ondan." diyor ve beni öyle sert ittiriyorki yere adeta yapışıyorum. Derken kapıyı kapatıp kilitliyor ve cebinden telefonunu çıkartıyor. Lanet olsun. Düşmenin etkisiyle dudağımın hafifçe patladığını, ağzımdaki kan tadını alınca anlıyorum. Hemen ayağa kalkıyorum ve kapıyı yumruklamaya başlıyorum. Cam olduğu için, kırabileceğimi tahmin ediyorum. Yumruklarımı ardı ardına geçiriyorum fakat hiçbir işe yaramıyor. Sonunda geri çekiliyorum ve ellerime bakıyorum. Ufak ufak yaraların oluştuğunu ve bazılarından damla damla kan aktığını görüyorum. Yüksek sesle küfrediyorum ve odada aranmaya başlıyorum. Kapıyı kırabileceğim, ağır ve sert bir şey arıyorum. Devasa bir masadan başka hiçbir şey olmadığını gördüğümde, hayal kırıklığına uğruyorum. Sonra aklıma kemerimdeki bıçaklar geliyor. Hemen birini çıkarmak için davranıyorum fakat o anda, dışarıda, kapının hemen önünde dizilmiş olan askerleri gördüğümde, tek yapabildiğim dizlerimin üzerine düşmek oluyor.

Askerlerin hepsi, tabancalarını bana doğrultmuş, ateş etmek için hareket etmemi beklerken, düşünüyorum. Yapılabilecek en mantıklı şeyin aklıma gelmesi, bir dakika sürüyor. Hemen ellerimi yukarı kaldırıyorum ve "Teslim oluyorum." diye bağırıyorum. Askerler birbirlerine bakıyorlar. En sağdaki asker başıyla onay verince, tabancalarını indiriyorlar ve en ortadaki gelmemi işaret ediyor. Onlara doğru ilerlerken, Güneylilerin bu kadar salak olmalarına şükrediyorum. Kumral bir asker geçmem için kapıyı açıyor ve o anda, kemerimdeki bıçaklardan birini çekip adamın boğazına dayıyorum.

ŞampiyonOnde histórias criam vida. Descubra agora