28.Bölüm

1.5K 99 1
                                    

Kadınlar soyunma odasında tek başımayım. Ordu tarafından verilmiş olan kıyafeti üzerime geçirmiş, Miles'dan haber gelmesini bekliyorum. Kıyafet, uzun kollu siyah bir tişört, kurşun geçirmez bir yelek, siyah asker pantolonu ve yine diğer her şey gibi siyah tırmanış botlarından oluşuyor. Bir lastikle başımın arkasında toplanmış olan saçlarımı serbest bırakıyorum. Simsiyah saçlarım, omuzlarımdan dökülüyor. Lastiği bir kenara fırlatıyorum ve hemen karşımdaki açık dolapta öylece duran siyah kaskete yöneliyorum. Kasketi alıp başıma geçiriyorum ve iki yanından sarkan kemeri çenemin altında birleştiriyorum. Son bir kez aynaya bakmak için davrandığımda, kapı tıklatılıyor.

"İçeri gel." diye sesleniyorum ve birkaç saniye sonra, Chris'in beyazımsı saçları görünüyor. Kapıyı tamamen açmadan içeri giriyor ve ardından hızlıca kapatıyor. Bana döndüğünde, gözlerinde hayranlık dolu bir ifade beliriyor. Ya da ben öyle hayal ediyorum.

"Sen, harika görünüyorsun." diyor duymakta zorlandığım bir ses tonuyla. Yanaklarımın kızarmasına mani olamıyorum ve gülümsüyorum.

"Sende öyle." diye karşılık veriyorum. O da gülümsüyor, sonra yanıma geliyor ve bir tutam siyah saçı parmaklarının arasına alıyor.

"Dikkatli olacaksın. Sana bir şey olmayacak. Bana söz verebilir misin?" diyor. Bu sefer ses tonu çok daha alçak.

"Söz veriyorum. Ve aynı şeyi senden de bekliyorum." diyorum ben de.

"Bende söz veriyorum." diyor ve kollarını boynuma doluyor, yüzümü göğsüne gömüyorum.

"Ben hariç hiçbir kızın ya da kadının gönüllü olmadığına inanamıyorum." diye yakınıyorum.

"Ah, ama pek çok erkek gönüllü oldu. Kadınlar konusunda endişelenme. Sayımız oldukça iyi." diyor. "Sana zarar gelmesini gerçekten istemiyorum." diye ekliyor. Başımı kaldırıp gözlerine bakıyorum. Yüzünü ellerimin arasına alıyorum ve onu dudaklarından öpüyorum. Yavaş yavaş, uzunca. Ayrıldığımızda, gözlerinin ışıldadığını görüyorum.

"Bende sana zarar gelmesini istemiyorum. Beni anlıyor musun? İstemiyorum." diyorum. Gözlerime yaşlar doluyor. Hayır, ağlamayacağım. "Birisi sana zarar vermeye cesaret ederse, onu hiç düşünmeden gebertirim." Sesim titriyor. Parmaklarını dudaklarımda gezdiriyor ve usulca konuşuyor.

"Lea, eğer bugün sonum gelecekse, bilmeni isterim ki-"

Sözünü kesiyorum. Gözyaşlarımı tutma çabam buraya kadarmış. "Böyle şeyler söyleme. Düşünmek bile istemiyorum."

Derin bir nefes alıyor ve yanaklarımdaki birkaç damla gözyaşını siliyor. "Bunu söylememe izin ver. Lea, iki hafta önce tanıştık ve ben, o zamandan beri daha önce hiç kimseye karşı hissetmediğim şeyler hissediyorum. Onlar, savaş tarihini öne almak için okuldakilerden birini kaçırmayı planladıklarını söylediklerinde, aklıma ilk olarak sen geldin. Seni tekrar görebilmek için bir fırsattı, yani ben öyle düşünmüştüm. Bu yüzden seni önerdim ve onlarda kabul ettiler. Seni kaçırdılar ve bana, seninle ilgilenmemi söylediler. Sonra sen, beni gördün ve bana, beni öldürmek istediğini söyledin. Seni suçlayamazdım, soğukkanlı bir pislik gibi davranıyordum çünkü öyle olması gerekiyordu. Fakat sen kendi içinde isyan edip bir şekilde o hücreden çıktığında, bana karşı savaştığında ve benden nefret etmene rağmen beni ölüme terketmediğinde, üstüne üstlük sana yardım etmem gerektiğini söylediğinde, bundan vazgeçtim. Zaten sevmediğim bir babadan, evden ve toplumdan vazgeçtim. Bunun, kesinlikle seni elde etmek için bir fırsat olduğundan emin oldum ve kaçtığımız sırada sana hakkımdaki her şeyi anlattım. Ve sen beni anladın. Beni yanına aldın. Bak, Lea. Ben, daha önce kimseyi sevmedim ve bu yüzden sevmenin nasıl bir şey olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. En azından bugüne kadar, bu böyleydi. Bugün, düşündüm. İlk kez o sınıfa girdiğimde gözlerimin direkt olan sana kayışını ve o anda senin muhteşem derecede güzel olduğunu düşünüşümü, ebeveynlerini kaybettikten sonraki gece hastaneye kaldırıldığında bir anlığına kalbimin duruşunu, okulun yerle bir olduğu gün, rakibim sen olduğunu gördüğümde hissetiğim o tanımlanamaz duyguyu, seni pataklarken kalbimin paramparça oluşunu, bana saldırdığında bütün bedenimin sızlayışını, kaçman için sana yardım etmemi söylediğinde içimde büyüyen heyecanı, beni ilk kez öptüğünde tüm benliğimin özgüvenle dolup taşışını, yaramı sararken kalbimin göğüskafesimden fırlayacakmış gibi atışını, eve döndüğünde mutlu olduğunu görünce benim de mutlu oluşumu ve Connor gelip sana sarıldığında duyduğum kıskançlığı...Hepsini düşündüm. Ve artık sevmenin nasıl bir şey olduğunu biliyorum." Duraksıyor ve gözlerimin içine bakıyor. "Çünkü seni seviyorum." Bu sözcükler bütün bedenimi titretiyor. Midemde uçuşan binlerce kelebeğin kanat çırpışını duyuyorum. Kalbim, sadece göğsümde değil, her yerimde atıyor. Ruhumunsa, mutlulukla dolup taştığını hissediyorum. Ben daha ne olduğunu anlayamadan, kollarına zıplıyorum ve bacaklarımı beline doluyorum. Mutluluk gözyaşlarımın arasından, onu öpücüklere boğuyorum. Ve o anda, hislerimden tamamıyla emin oluyorum. Onu öpmeye bir son veriyorum ve dudaklarımı kulağına yapıştırıyorum ve fısıldıyorum.

"Bende seni seviyorum."

Kahkaha atıyor ve bu sefer o beni öpücüklere boğuyor. Onunla yaşadığım bu aşk dolu an, kapının sertçe vurulmasıyla son buluyor. Chris'in kucağından iniyorum ve üzerimi düzeltiyorum.

"Gelebilirsin." diye sesleniyorum ve kapı ardına kadar açılıyor. Miles, suratında kocaman bir gülümsemeyle ve tek elindeki kocaman torbayla yanıma koşuyor.

"Yeni komutanına merhaba de!" diye haykırıyor. Donup kalıyorum.

"Ne?"

"Komutan Jackson, benim gerçekten çok yetenekli bir asker olduğumu ve bu önemli savaşta, orduyu benim komuta etmemin bizi kesinlikle zafere ulaştıracağını söyledi ve görevini bana verdi. Artık, Komutan Jackson yok, Komutan Miles var." diye heyecanla anlatıyor.

"Aman tanrım! Bu harika bir şey Miles!" Onu sıkıca kucaklıyorum ve sırtına vuruyorum. "Mükemmel bir iş çıkartacaksın." diyerek cesaret veriyorum. Yüksek perdeden bir kahkaha atıyor ve aniden ciddi bir ifade takınıyor. Boğazını temizliyor ve elindeki torbayı açarak içindekileri yere saçıyor.

"Pekala. Bunlara ihtiyacınız olacak." diyor ve eline iki tabanca alıyor. Birini bana, diğerini de Chris'e uzatıyor. Sonra, torbanın içinden bir yay, ve içi ok dolu bir kılıf çıkartıyor. Gözlerim yaşarıyor. Bunlar, okulun ilk gününde babamın bana verdiği, gümüş renginde parlayan harika hediyeler. Yavaşça uzanıyorum ve onları Miles'ın ellerinden alıyorum. Yayımı da okların yanına sıkıştırıyorum ve kılıfı sırtıma asıyorum. Bir kenara bırakmış olduğum tabancayı  da alıp, kemerimdeki yerine koyuyorum.

"Tüfek kullanmayı biliyor musun?" Miles, Chris'e soruyor. Chris başını olumlu anlamda sallıyor. Miles, yanıt olarak gülümsüyor ve ona devasa bir tüfek uzatıyor.

"Bununla başa çıkabilir misin?"

"Elbette. Bunu yapabilirim."

Yere eğilmiş olan Miles doğruluyor ve bakışları ikimiz arasında gidip geliyor.

"Pekala, beni dinleyin. İkinizin de ellerinden geleni yapmanızı fakat bunu yaparken çok da dikkatli olmanızı istiyorum. Bu savaşın sonunda, kazanan ve kaybeden taraflar olmayacak; kazanan ve sonsuza dek yok olan taraflar olacak."

Ciddi adımlarla odadan çıkıyor. Chris'le birbirimize bakıyoruz. Sonunda gülümsüyor ve elime uzanıyor. Tutuyorum.

"Her şey iyi olacak." diye fısıldıyor ve el ele odadan çıkıyoruz.

ŞampiyonHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin