25.Bölüm

1.5K 109 1
                                    

Chris'in arkamda kıpırdanmasıyla uyanıyorum. Gözlerimi tamamen açabilmem birkaç saniyemi alıyor. Geriliyorum ve bunu yaparken canını yakmamaya dikkat ediyorum. Evin içine dolan güneş ışığı, dünkünün aksine, hoş bir sıcaklık yayıyor. Ya da ben, Chris arkamda kollarını bana dolamış bir şekilde uyuduğu için sıcak hissediyorum. Emin olamıyorum. Ben gereksiz şeylere kafa yorarken, belimdeki kolları gevşiyor ve ellerinden birini saçlarıma götürüyor. Doğruluyorum ve başımı ona doğru çeviriyorum. O da başını kaldırıyor ve sırtını koltuğun arkasına yaslıyor. Yüzünü inceliyorum. Beyaza çalan saçları, gözlerinin önüne düşmüş. Saçlarım rengindeki gözlerindense adeta uyku akıyor. Yavaşça elimi uzatıyorum ve parmaklarımı, karmakarışık saçlarından geçiriyorum. Dudakları yukarı doğru kıvrılıyor ve beni belimden tutup kendine çekiyor. Parmaklarımı saçlarından ayırmadan, ona sokuluyorum ve başımı omzuna yaslıyorum. O da yüzünü saçlarıma gömüyor.

"Buradan artık gitmeliyiz. Çok vakit kaybettik." diye fısıldıyor saçlarıma.

"Biliyorum. Bugün buradan gideceğiz." diyorum buna karşılık. Başını kaldırıyor ve bana bakıyor. Bende ona bakıyorum. Bir süre sadece birbirimize bakıyoruz. Sonra, burnumun ucunu öpüyor ve koltuktan kalkıp yerdeki tişörtünü almak için eğiliyor. Tişörtü başından geçiriyor ve elini bana uzatıyor.

"Haydi." diyor usulca. "Eğer bugün buradan gideceksek acele etmeliyiz." diye bitiriyor cümlesini. Bunun üzerine, elini tutuyorum ve beni ayağa kaldırmasına izin veriyorum. Elini bırakmadan kapıya doğru ilerliyorum. Sakince kapı kolunu tutuyorum ve çeviriyorum. Güneş, anında beni içine alıyor, gözlerimi kör ediyor. Boştaki elimi gözlerime siper ediyorum ve çevreme bakınıyorum. Sokakta sayılabilecek sayıda az insan olduğunu görünce, şaşırıyorum. Tekrar güneşe bakıyorum ve konumuna göre, henüz sabahın yedisi olduğunu tahmin ediyorum.

"Şehirden ne zaman çıkarız? Yani tahminen?" diye soruyorum Chris'e dönerek.

"Bana sorarsan şimdi yola çıkarsak, öğleye doğru." diye cevap veriyor. Sonra ekliyor, "Haydi. Gidelim buradan." Böylece, el ele yola koyuluyoruz.

Güneşin iyice tepeye yükseliyor. Bunun bir sonucu olarak, koyu renk kıyafetlerimin içinde adeta kavruluyorum. Hışımla ceketimi çıkarıyorum ve belime sarıyorum. Dümdüz bir otomobil yolunda ilerliyoruz. Sağ ve sol taraflarımızda, sonu yokmuş gibi görünen yemyeşil alanlar uzanıyor. Şehirden ayrıldığımızdan beri, tam iki saattir sessizlik içinde yürüdüğümüzü farkediyorum. Chris'e yandan bir bakış atıyorum. Saçlarının, yüzünün ve tişörtünün terden sırılsıklam olduğunu görüyorum. Bu şekilde ne kadar baştan çıkarıcı göründüğünü düşündüğümde, kendime kızıyorum.

"Güneylilerin hepsi, orada yaşamaktan memnun mu?" diye soruyorum birdenbire.

"Ha?"

"Diyorumki, orada yaşamaktan-"

"Ne dediğini anladım. Sadece, bunu sorman beni şaşırttı." diye sözümü kesiyor. Bir süre sessizlik oluyor. Üstelemeye karar veriyorum.

"Ee, bir cevap verecek misin?"

Tereddüt ediyor. "Eh, hepsi değil. Oradan ve oradakilerden şikayet eden pek çok insan gördüm. Kral, çok acımasız. En küçük bir hatayı bile affetmiyor. Halk desen, yarısından fazlası sefalet içinde yaşıyor. Haliyle kraldan ve diğer her şeyden nefret ediyorlar. Para içinde yüzen diğer kısımsa, zaten ya kraliyet ailesiyle bağlantısı olanlar, ya da ordudaki askerler ve onların aileleri. Onlar, krala tapıyorlar." diye açıklıyor.

Kaşlarımı kaldırıyorum. "Demek halkın yarısından fazlası, kraldan nefret ediyor." diye mırıldanıyorum.

"Evet. Her ne kadar bende orduda olduğumdan paraya doyamasamda, ben de kraldan nefret ediyorum. Hatta kraliçeden, onların kibirli çocuklarından ve diğer her şeyden." diyor Chris.

Aramızdaki mesafeyi kapatmak için ona yaklaşıyorum ve kolum koluna değince duruyorum. "Sen, artık onlardan biri olmayacaksın. Bizden biri olacaksın."

Gülümsüyor. "Sizin orada işler nasıldır?" diye soruyor. Bunun üzerine anlatmaya başlıyorum.

"Bir kere, bizde hiç kimse sefalet içinde yaşamaz. Başkanımız, harika bir adamdır ve herkese eşit davranır. Adildir de. İnsanlar 16 yaşına geldiklerinde, dört yıllık bir eğitime başlarlar ve bu eğitimi tamamlayınca, orduda asker olurlar. Şu ana kadar bu eğitimi almayı kabul eden tek kız benim. Yani, bendim. Kadınlar, genellikle orduya katılmaz, ev hanımı olmayı tercih ederler. Orduya katılmayı reddeden erkekler içinse, özel okullar vardır. Oralarda, avukat, işletmeci, mimar, mühendis falan filan olmak üzere eğitim alırlar. Eh, işte böyle." diyerek sözümü bitiriyorum.

İç çekiyor. "Tam da yaşamak istediğim türden bir yer."

Elini tutuyorum. İçten bir şekilde gülümsüyorum. Karşılık veriyor. Ve yolumuza devam ediyoruz.

Güneş tamamen batıp, ay doğduğunda; bulutlar geri çekilip yerlerini pırıl pırıl parlayan yıldızlara bıraktığında kendimi, ait olduğum yerin sınır çizgisinin önünde buluyorum. Tertemiz havayı içime çekiyorum. Kuzey Amerika Cumhuriyeti'nin bulunduğu yerin, eskiden Washington olarak bilindiği geliyor aklıma.

"Burası, eskiden Amerika Birleşik Devletleri'nin başkentiymiş. Üçüncü Dünya Savaşı'ndan önce." diye açıklıyorum Chris'e.

"Hı hı." diyor sessizce. Ona dönüyorum, cesaretlendirmesini umarak elini tutuyorum. Gözlerindeki endişeli bakış, anında yok oluyor ve kendinden emin bir şekilde gülümsüyor.

"Her şey iyi olacak." diyorum ve elini daha da sıkı tutuyorum. Birlikte şehre giriyoruz.

"Nereye gideceğiz?" diye soruyor.

"Evime gideceğiz elbette. Haydi, acele edelim." diyorum ve onu çekiştirerek evimin yolunu tutuyorum.

ŞampiyonDonde viven las historias. Descúbrelo ahora