21. Bölüm

439 14 0
                                    

Bihruz Bey Türklerde adam gibi şair yetişmediğini ve çünkü Türkçe'de şiir söylenemeyeceğini yine kendisi gibi alafranga beylerden işitmiş, Vasıf'ın şarkıcılıktaki maharetini ise çocukluğundan beri hanelerine [evlerine] gelen okumuş hanımlardan anlamış, dinlemiş ve hatta şairin; "olma sokak süpürgesi kadın kadıncık ol" refrenini havî manzumesini [içeren şiirini] o hanımların ağzından pek çok defalar işiterek bellemiş ve ibtidaları letaif kabilinden addettiği [başlangıçta eğlence gibi kabul ettiği] bu refren'i alafrangalık yolundaki fikir ve hissi teessüs ve takarrür ettikten [oluşup yerleştikten] sonra münasebetsiz görmeye başlamış idi. Muhabbetnamesine bir kuple de ilâve etmek hevesinden ileri gelen tefekküratı [düşünceleri] arasında uykusundaki garaib-i meşhudatını tahattur ediverince [gördüğü garip şeyleri hatırlayınca] kuple'yi filânı ve hatta –iptida [önce] kendi uşağı Mişel ve sonra konağın emektarı İbiş Ağa tarafından mükerreren ihtar olunduğu [tekrar tekrar hatırlatıldığı] hâlde– öğle taamı [yemeği] vaktinin geciktiğini dahi unutmuş idi. Bu esnada kalemi muvakkaten [geçici olarak] terk etmiş olan sağ eli yeleğinin cebindeki tek kapaklı ve Keller mineli Brege işi saati çekti. Beyin nazar-ı dikkatine arz etti [gözünün önüne getirdi]. Saat dokuzu çeyrek geçtiğini gösteriyordu. Bey vaktin bu kadar ilerlemiş olduğunu ummadığından saati kulağına tuttu dinledi. Saat "Çıt çıt çıt çıt!" diyordu. O zaman Bihruz Bey, "İnsan örö olunca vakit nasıl çabuk geçiyor!" dedi. Filhakika Bihruz Bey pek mesut idi. Yine Bell Elen'i terennüme başladı. Artık taamın [yemeğin] ikisini birleştirmeye, yani vakti geçmiş olan dejöneden sarf-ı nazarla [vazgeçerek] dine'yi biraz erkence etmeye karar vererek Mişel'i çağırdı, kararını ona tefhim etti [bildirdi]. Harem dairesine geçti. Biraz sonra elinde cildi kaba, şirazesi perişan bir kitap ile geldi, mahut [bildik] masanın üzerine koydu. Kendi de sandalyesine geçti oturdu. Kitabı açtı, yaprakları sık sık çevirerek süzmeye başladı. Bu kitap Vasıf'ın Mısır'da basılmış Divan-ı Eş'ar'ı [şiir kitabı] idi ki, harem dairesinde daima odadan odaya gider, elden ele gezerdi. O cihetle zavallı Divan'ın kara meşinden kabaca ve yaldızsız cildi yıpranmış, şirazesi [cildi] dağılmış, sahifelerinin birçoğu bükülmüş, birçoğunun üzerine kurşun kalemiyle, mürekkeple okunur okunmaz, bozuk düzen birçok şarkılar, beyitler yazılmış idi.

Kitabı dadı kalfa bulup beyine arz ettiği zaman bey çehresini buruşturarak: "Kel vilen livr!" demiş ve mamafih kuple sevdasından bir türlü vazgeçemediğinden Divan'ı mal gre, bon gre alıp getirmiş idi.

Baş tarafından sahifelere birçok göz gezdirdi. Aradığını bulamadığı, gördüğü şeylerin birçoğunu –anlamak şöyle dursun– hatta okumaya bile muktedir olamadığı cihetle [için] sıkılmaya ve ara sıra bıyık altından müstehziyane [alay edip] gülerek: "Çince mi bunlar? Kel drol dö langaj" demeye başladı. Filhakika şairin kasaidi [kaside tarzındaki şiirleri] içinde musadif-i nazar-ı istiğrabı olan [gözüne ilişen tuhaf] sözlerden:

Çûb-i müjeye n'ola dayansa nigeh-i yar

Ba-zaaf-ı savm hasta-i bî-tab ü tüvandır

Kâfur gibi ten ile o balâ kadd-i nazik

San kamet-i şem'-i asel-i cami-i ândır

[Sevgilinin bakışı kirpiğinin çöpüne dayansa nola, oruç halsizliği ile güçsüz ve dermansız bir hastadır. Kâfur gibi beyaz ten ile o uzun, ince boy, sanki balmumu gibi güzellikleri bir araya toplamıştır.]

beyitlerinin elfazı teşhis olunsa [kelimeleri tanınsa] bile müeddası [anlamı] anlaşılacak şeylerden midir? Bihruz Bey "çûb" kelimesini mahut sokak süpürgesi karinesiyle o süpürgeden bir tel olmak üzere tanımak istedi. Müjenin de meze olacağına hükmetti. Fakat bir çöp ile rakı mezesine dayanmakta ne zevk olacağını anlayamadı. Som mermer, som yaldız denildiği gibi "som hasta" da denildiğini hiç işitmemiş idi. Mamafih bunu da hoş gördü ve kâfurun kanfr olacağına bir sabıka-i sema' ile intikal etti [kulak dolgunluğu ile anladı]. "Ten, nazik, cami" kelimelerini pek iyi tanıdı ise de kanfrdan ten olur mu diye düşündü. Şairin bu fikrine de hayli şaştı kaldı. "Aradığımı galiba burada bulamayacağım" diyerek Divan'ın kasaid [kaside tarzındaki şiirler] kısmını geçti. Tevarih [tarih tarzındaki şiirler] takımınına gelince ta başta gözüne ilişen "Tarih-i kâh... der kurb-i Çamlıca-i Sagir [Küçük Çamlıca'nın yakınındaki köşkün tarihi]" ibaresinden "Çamlıca" lâfzı münasebetiyle enterese olmak istedi. Fakat "kâh [köşk], der-kurb [yakınında], sagir [küçük]" kelimelerini nasılsa tanıyamadığından ibarenin manasını anlayamadı. Anlamaya çare düşünürken paşa peder merhum [rahmetli paşa babası] tarafından mahdum bey [oğlu] için aldırılmış ve fakat mahdum beyin tahsili bilâhere [sonradan] bütün bütün alafrangaya dökülmesiyle yaldızlı maldızlı, cicili bicili, yek hacim, yeknesak kutüb-i mütenevvia-i efrenciye ile kesb-i intizam ve ziynet eden [aynı büyüklükteki, aynı boyutlardaki Fransızca kitaplarla düzenlenip süslenen] meşe ağacından mamul [yapılmış], oymalı Avrupakârî kütüphanesi içinde yakışmadığından dolayı birtakımı şunun bunun tarafından aşırılan, diğer birtakımı ise harem dairesinin alt katında dolap altları, yük kıyıları gibi yerlere perişan bir surette [dağınık vaziyette] atılıp bırakılan Türkçe, Arabî [Arapça], Farisî [Farsça] kitapların arasına karışmış olan Lugat-i Osmaniye [Osmanlıca Sözlük] namındaki Türkçe diksiyoner hatırına geldi. Halbuki Lugat-i Osmaniye'nin Redhaus isminde bir İngiliz tarafından telif olunmuş [yazılmış] olduğunu iki ay evvel bir gün kalemde [dairede] kulak misafiri olduğu bir bahs-i edebî [edebiyat sohbeti] içinde işitir işitmez bu kitabı güzelce teclid ettirerek [ciltleterek] yine kütüphanesine kabul etmeyi tasmim etmiş [tasarlamış] idi. Şimdi o birkaç lugatın tahkiki [araştırılması] ihtiyacına bu hatıra da inzimam edince [eklenince] bey kalktı, harem dairesine geçti. Dadı kalfayı çağırdı. Birlikte kitabı aramaya başladılar.

Dolap altlarında toz toprak içinde kaldıkları hâlde Bihruz Beyin mehcur-ı nazar-ı itibarı [gözünün önünden uzakta] bulunmaktan memnun imişler gibi her birisi beyin elinin altına düştükçe kayıp kurtularak yine bir köşe-i ihtifaya [gizli köşeye] çekilen kütüb ve resail-i mütenevvia [çeştli kitaplar] arasında hele bi't-tesadüf [tesadüfen] ele geçirdiği Lugat-i Osmaniye'yi beyefendi aldığı gibi tekrar kabine dö travayına geldi. Derhal kitabı açtı. Evvelâ "kâh" kelimesini aradı. Par malör Lugat-i Osmaniye'de bu kelime yoktu. O vakit beyefendi bu noksandan dolayı kitabın müellifine isnad-ı kusura [kusur bulmaya] cesaret edemediğinden kelimenin Vasıf şair tarafından fabrike edilmiş ve yahut "gâh" olacak iken yanlış basılmış olduğunu düşündü. "der" kelimesinin "kapı ve bab [kapı] içinde" demek olduğunu, "kurb"un yakın olmak manasına geldiğini anladı. En sonra da "sagir"i ["küçük"ü] aradı. Lugatin yanında "küçük, ufak olan" tefsirini görünce "Bravo, bravo. Çamlıca-i Sagir, Küçük Çamlıca, bizim kartiye imiş ki, şairlerin deskripsiyonlarına kadar geçmiş, bravo." diye sevindi. Lel lele lel lel, lel lele lel lel, lel lele lel lel, lel lel la..

Araba SevdasıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin