46. Bölüm

191 7 0
                                    

İstanbul'a nakil Bihruz Bey için manen pek hayırlı oldu. Konaktaki salonunu, klas odasını, kitaphanesini tertip ve tanzim ile birkaç günler bir düziye meşgul olması gaile-i kalbiyesini [gönül derdini] azıcık unutturur gibi olmuş idi.

Naklin üçüncü günü idi. Konağın yazları bekçilik vazifesini dahi ifa eden bahçıvanı, bahçeye ne kadar güzel baktığının bir eser-i lâtifini [güzel eserini] arz ile hem bir aferin almak hem de beş on kuruş bahşişe konmak ümidiyle mevsime mahsus ayva güllerinden gayet lâtif ve zarif bir deste tanzim ederek [düzenleyerek] bir sabahleyin klas odasında ders ile meşgul iken beyefendiye takdim etti ve umduğu şeylerden birincisine nail olamadı ise de ikincisini mafevka'l-memul [istediğinden fazla] ele geçirdi. İki altın bahşiş aldı. Bihruz Bey ise o lâtif bukeyi salona göndermeyerek kendi eliyle eski madenden bir zarif çiçekliğe, çiçekliği de yazı masasının bir kenarına koydu. Karşısına geçti oturdu. Düşünmeye başladı. Sonbaharın –tef ü tab-ı veremden [veremin sıcaklığından] sararmış iken yine taze ve dilber, bir mevt-i na-be-hengâmın vüruduna müterakkip iken beşuş ve hande-ver zühre-çehreleri andırır olan [zamansız bir ölümün gelişini beklemekteyken gülümseyen çiçek (gibi güzel) yüzlerini andıran]– o mahsul-i hazinini [hüzünlü ürününü], o masum, o pakize [saf, temiz], nazik çiçekleri, o mahviyetli [alçakgönüllü], o utangaç nazenin gül goncaları, sarışın benat-ı hoş-bu-yı tabiatı [tabiatın hoş kokulu kızlarını] bir müddet temaşaya dalıvermekle bütün hissiyat-ı hasret-perveranesi bîdar olarak [özlemli duyguları uyanarak] yüreği hafif hafif yanmaya başladı. Maşuka-i fena-residesi [Yokluğa giden sevgilisi] heyetiyle gözünün önüne geliverdi. Nazar-ı muhabbetini [Sevdalı bakışlarını] üzerinden ayıramadığı zarif bukeyi teşkil eden sarı güllerden hele bir tanesi Periveş Hanıma ne kadar benziyordu!..

Bu güldeste-i letafeti [güzel demeti] maşuka-i fâniyenin [ölen sevgilinin] mezarına götürüp bırakmak pek münasip olacağını Bihruz Bey düşündü ise de ne çare ki o mezarın nerede bulunduğu tahkik olunamamıştı.

Bu teceddüd-i tahassürat [hasretin yenilenmesi] üzerine Bihruz Bey yine Graziyella'yı okumak istedi. Konağa geldiği akşam kitabı nereye bıraktığını unutmuş idi. Aradı aradı, buldu. Lâkin Graziyella'daki prömie rögreden artık usanmış idi. Bu rögrenin, ikincisi, üçüncüsü ve belki dördüncüsü ve bir de sonuncusu olmak iktiza ettiğinden onları tedarik ederek okumak hevesine düştü. Dejöneden sonra eldivenlerini giydi, bastonunu aldı, kapıdan çıktı. Maşiyen [Yürüyerek] Köprü'ye indi. Oradan Galata'ya geçti. Bir araba buldu. Doğruca Tekke'ye, Beyoğlu'na çıktı. Terzi Mir'e, kunduracı Heral'e, tuhafçı Alber Gün'e uğrayarak yirmi otuz, kırk liralık bir ale'l-hesap itasından [hesap gördükten] sonra Tekke civarındaki kitapçı Vik'in dükkânına gitti.

— Bonjur mösyö!

— Bonjur mösyö! Ne arzu ediyorsunuz?

— İkinci, üçüncü ve sonuncu "Teessüf"ü istiyorum.

— Müellifi kim mösyö?

— Müellifi dö Lamartin, meşhur şair.

— Dö Lamartin'in öyle bir eseri olduğunu bilmiyorum.

— Evet, olacak.

— Hatırıma gelmiyor.

— Ne demek? Graziyella'yı okumadınız mı?

— Gençlikte belki okumuşumdur ama... Hiç hatırda kalır mı?

— Siz bana Graziyella'yı bulunuz?

— İşte efendim!

— Bakınız; Lö Prömiye Rögre, elbette bunun ikincisi, üçüncüsü ve bir de sonuncusu olmak lâzım gelir.

— İhtimal!.. Burada da Lamartin'in külliyat-ı asarı [bütün eserleri] var, belki onların içinde aradığınız şeyler de mevcuttur, fakat ayrıca basılmamıştır.

— Külliyat-ı asar mı?

— Evet efendim!

— Göreyim.

— Buyurunuz, bu yedi cilttir.

— Güzel, kaç kuruş?

— Yedi cildi altmış dokuz frangadır.

— Pahalı değil, tab'ı güzel.

— Hem de içinde güzel gravürler vardır.

— Peki, şu dört liranın üst tarafını veriniz.

— Hayır efendim!.. Dört liranın birisi zait, ciltlerin parası tamam üç lira eder.

— Ha! Hakkınız var. Kitapları sarınız, bağlayınız da Beyoğlu'nda (...) numaralı Mösyö Alber Gün'ün dükkânına gönderiniz olmaz mı? Oradan bana gönderirler.

— Pek alâ!

Kitapçı Mösyö Vik, Lamartin'in asarı içinde Döziem Rögre, Truvaziem Rögre, Derniye Rögre'nin olmadığını pek alâ bilirdi. Fakat Bihruz Beyi techil etmiş [bilgisizliğini yüzüne vurmuş] olmak nezaketsizliğinde bulunmamak için o bapta beyan-ı cehl etmeyi [o konuda bilmezlikten gelmeyi] münasip gördü. Bu sırada şairin külliyat-ı asarını ortaya sürmesi ise o gün sabahtan beri altmış paralık bile alışveriş etmediğinden ehemmiyetlice bir meblağla istiftaha [siftah etmeye] nailiyet ümidine müstenit [dayanıyor] idi. Ümidi hâsıl oldu. Çünkü o kitapçı olduğu için düşüncesi, emeli kitaplarını satmaya münhasır olmakta kendisi mazur idi.

Bihruz Bey oradan çıktıktan sonra tekrar Alber Gün'e uğrayarak gelecek kitapların derhal konağa gönderilmesini tenbih etti ve kendi Taksim Bahçesi'ne kadar yayan bir tur yapmak üzere yürümeye başladı. Bahçeye vüsulüne [varmasına] bir yüz hatve [adım] kadar kalmış idi. Öteden tozu dumana katarak bir arabanın gelmekte olduğunu görünce olduğu noktada durdu bekledi. Araba kendi arabası, hayvanlar kendi kır beygirleri, koşe de bizzat Andon idi. Bey bunları tanıdı, bildi. Yalnız arabayı kullanmakta olan genç beyi tanıyamadı.

Bihruz Bey arabasını ve Andon'u o hâlde görüp tanıyınca azim bir hayret-i beht-aver [büyük bir şaşkınlık] içine düştü. İptida [Önce] olduğu yerde kalakaldı. Sonra döndü, arabayı Taksim caddesi köşesini dolaşıp da gözden kayboluncaya kadar nazarıyla takip etti. Araba bertaraf olunca yine yürümeye devam ile bahçeye girdi. Kendi kendine söylenerek tarhların arasında dolaşmaya başladı:

"Kesköse kö sa? Arabayı, hayvanları diyelim ki o beyefendi Kondoraki'den satın almış. Andon'u nereden bulmuş? O da beraber mi satıldı? Yoksa benzettim mi? Benzetme de değildi. Hatta Andon mel'unu beni gördüğü zaman bıyık altından gülerek başını öteye çevirmedi mi? Çok şey! Markaya dikkat edemedim, acaba benim inisiyaller duruyor mu? Duruyorsa bana hakaret değil mi? O maladrua, şık beyefendi de kim oluyor? Ne kadar da zıpırcasına araba kullanıyordu? Vay alçak Kondoraki!.. Vay mel'un Andon!.. Demek ki bunlar bizim ekipajı kaçırıp zaptetmek için ittifak etmişler! Anfen ben debarase oldum ya! Araba zati berbat olmuş idi. Hayvanlar da öyle. Acaba kaç liraya satıldı bunlar?.. Neme lâzım, üste benden para istemesinler de. Lâkin garip şey!.. Andon ha! Şimdi anlaşıldı ki, arabanın dingili eğrildi yaptırmak için Kondoraki'nin fabrikasına götürdüm, falan filân demesi bütün yalan imiş. Hele ben kurtuldum ya. Gelecek yaz istersem daha alâlarını getirtebilirim. Konak sağ olsun!.."

Bey bu yolda söylene söylene bahçenin içini üç beş kere devrettikten sonra kapıdan çıktı. Epeyce yorulmuş idi. Beyoğlu'nu yayan geçmeyi göze aldıramadığı gibi sarı arabaya tekrar rast gelmeyi de istemediğinden orada müşteri bekleyen kupalardan bir tanesine girdi, arabacıya, "Dolmabahçe'ye, oradan Süleymaniye'ye!" emrini verdi.

Filhakika Bihruz Bey sarı arabayı, kır hayvanları yanlış görmemiş, Andon'u da benzetmemiş, hepsini doğru görmüş, tanımış idi. Fabrika sahibi komisyoncu çelebi Kondoraki, Bihruz Beyefendiye Andon'un yediyle [eliyle] gönderdiği mektubunda beyan ettiği vechle sarı araba ile bakla kırı beygirleri üç gün fabrikasında beklettikten sonra dördüncü günü –bunları zaten Bihruz Beyde görüp beğenmiş, iştirasına [satın almaya] ziyadesiyle heveslenmiş ve bu bapta Kondoraki'nin tavassutuna [aracılığına] müracaat etmiş olan– nev-zuhur mirasyedilerden Balcızade Nispetî Beye yüz kırk beş liralık bir senetle yüz doksan altı buçuk liraya satmış ve arabacı Andon'un Bihruz Beyin yanından ayrılarak açıkta kalmasına kendisi sebebiyet verdiğinden bunu da mağdur etmiş olmamak için o mirasyedi beye bi't-tavsiye [tavsiye ederek] kapılandırmış idi.

Araba SevdasıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin