32. Bölüm

274 10 0
                                    

Bihruz Bey bir kabahat işlemiş, kabahati yüzüne vurulmuş gibi kızarıp bozararak alık alık rüfekasının [arkadaşlarının] yüzlerine bakmaya, rüfekası da bu antika şarkıyı nerede bulup ne için yazdığını ve neden dolayı manasını bu kadar merak ettiğini başka başka sorup beyefendiyi maskaraya almaya başladılar. Bereket versin bu sırada mümeyyiz efendi ve onu müteakip ser-halife bey [kâtip efendi ve onun ardından amir bey] kalemden içeri girmeleriyle herkes tavr-ı resmîsini [resmî tavrını] takınıp muhavereye [konuşmaya] nihayet verilmiş ve o suretle Bihruz Bey refiklerinin istihza-amiz istizahlarından [arkadaşlarının alaycı sorularından] kurtulmuş idi.

Ser-halife ve mümeyyiz taraflarından efendilere birtakım işler verilmeye iptidar olunduğu [başlandığı] sırada Bihruz Bey hemen sandalyesinden fırladı, dışarıya çıktı. Pardösüsünü, bastonunu almak için teneffüs odasına girerken Keşfi Beyle "hapahap" geldiler. Keşfi Beyin mübaşeretiyle [başlamasıyla] aralarında şu sözler teati olundu [konuşuldu]:

— O monşer! Bir siyekl oldu ki bir yerde görülmüyorsunuz, nasılsınız bakalım?

— Epeyce iyiyim. Ey siz?

— Elhamdülillah!..

— Hasta imişsiniz diye haber aldım.

— Hayır! Büyük bir şey değil. Söyleyiniz bakalım, sizin amuret blond ile nasıl gidiyorsunuz.

Keşfi Bey bunu söylerken Atıf Bey de oraya gelivermiş, amuret blondu işitmiş olduğundan söze karışarak,

— O şimdi karayağız oldu, blondluktan çıktı. İki saattir onun bahsini ediyorduk, dedi.

Bunun üzerine Bihruz Bey sırr-ı ser-beste-i muhabbetin [başındaki sevda sırrının] bütün bütün meydana çıktığını tevehhüm ile şiddet-i infialinden [vehmederek öfkesinin şiddetinden] kıpkırmızı oldu ise de hâlinden renk vermemeye çalışarak refiklerine birer "Bonjur!" dedi, hemen kapıdan fırladı. Rast getirdiği bir kira arabasına bindi. Köprü'yü de o araba ile geçerek Beyoğlu'na çıktı. Şekerlemeci Valöri'nin dükkânı önünde arabayı bıraktı. Dükkâna girdi, alafranga bir kahve ısmarladı. Oturduğu yerde derin derin düşünmeye başladı:

"Karayağız, hem de sadece kara, yahut sadece yağız değil de ikisi birlikte. Kel malör kö sa! Şimdi ne halt etmeli? Nasıl özür bulmalı?.. Bak şu benim hayvanlığıma!.. Şüphesiz faşe olmuştur. El a rezon! Bir siyeh-çerde". Hay Allah cezasını versin! O mübarek poet de başka lâkırdı bulamamış da bunu mu bulmuş?.. Ah, ah! Şimdi ben ne yapayım? Kom jösi bet! Mutlak bir eksküz bulmalı. Kabahat benim mi? Ben ne bileyim? "Cerde [sarı]" zannettim. Gelmemesinin sebebi bu imiş, şimdi anlaşıldı. "Karayağız!.. Ben at mıyım? Beyefendi beni at yapmış, hem yağız at!.. Nezaketin alafrangası" demez mi? O çapkınlar da amma eğlendiler. Başka türlü de bunu anlamak mümkün değildi. Redhaus'dan bu kadar münasebetsizlik memul olunur mu [umulur mu]? Beni "cerde" diye aldattı! Poezi, vay gidi poezi vay! Türkçe şiirler işte böyle olur. O güzel tercümeyi vermedim de. Bir gül gibi! Ne kadar jantiy!

Hah! Buldum, şimdi güzel bir özür buldum. Oh, hele iyi hatırıma geldi. Hemen köşke gittiğim gibi bir mektup. İşte bu iyi hatırıma geldi.

— Garson! Garson!

— Mösyö!

— Anlöve sa! Jö nö prandre pa dü kafe. Kel glas vuzave?

— Krem a la vanil, sitron, peş.

— Aporte muva ün peş!

— Mösyö vö til manje de früvi?

— Kel früvi?

— Vu dömande?

— Jö dömand dö glas a la peş!

— Dö glas a la peş Şeftali dondurması.

— Vui!

— Peki, şimdi.

Beyefendi garsonun lâkırdı anlamazlığına da biraz kızdı. Garson ise vaktiyle Arnavutköyü Burnu'nda kefal balığı avlamak için kışın zemheri zamanı saçma omuzunda saatlerce beklemekten defaatle eli ayağı donmuş ve muaaharan [sonradan] bu güç sanatı terk ile Beyoğlu'nun gazinolarında, lokantalarında hizmetçilik, uşaklık ederek Fransızca aldığı emirleri anlayıp vaki olan [yöneltilen] suallere de cevap verecek kadar o lisanı öğrenmiş bir tatlı su frengi olduğu hâlde glas a la peşten bî-haber [habersiz] bulunuyordu.

Bihruz Bey güç belâ garsona anlatabildiği şeftali dondurmasına nail oldu ise de öyle lâkırdı anlamaz garsonu istihdam eden [çalıştıran] Valöri şekerlemecisini tahkir [aşağılamak] maksadıyla dondurmaya el bile sürmeksizin borcunu ifadan [ödedikten] sonra sokağa çıktı. Kunduracı Heral'e terzi Mir'e uğradı. Bir çift potin, bir çift iskarpin, iki takım kostüm, beş pantolon, iki redingot ısmarladı. Alber Gün'ün önünden acele geçerken dükkâncı bunu gördü, arkasından seğirtti. Birçok nuvoteler getirttiğinden bahisle dükkâna aldı. Yeni mallardan bazı şeyler arz ve iraesiyle beraber alelhesap biraz para istediyse de beyin yanında o kadar para olmadığından on beş güne kadar yetmiş seksen liralık bir akont vereceğini beyan ile beyefendi bir düzine gömlek, iki düzine çorap ve mendil, sekiz on tane kravat, yarım düzine eldiven, bir baston, iki şemsiye beğenip bunların köşke gönderilmesini emir ile oradan da çıktı. Sonra berber İzidor'a gitti. Traş oldu. Saçlarını kestirdi. Bu meşguliyetlerle saat dokuzu bulduğundan haberi olmamış idi. Hemen bir araba buldu. Köprü'ye indi, vapura girdi. Kadıköyü'ne vardı. Ekipajı zaten iki saatten beri orada kendisine muntazır [kendisini beklemekte] idi. Arabasına kurulduğu gibi –artık Fenerbahçesi'ne veya sair bir mesireye rağbet göstermeyerek– doğruca köşke gitti. Kabine dö travayına çıktı. Kâğıt çıkardı. Frenk kalemiyle birçok yazdı çizdi, aşağıki müsveddeyi meydana getirdi:

"Mil pardon efendim!.. Yanlışlık olmuş... Nasıl olmuş çakeriniz dahi bilemem. Ariza-i çakeraneme leffen [değersiz mektubuma ekleyerek] takdim ettiğim kupleler gayet tuhaf bir maskaralık idi. Koleglerimden birisinde gördüğüm şeydir. Kopyasını aldığımdan, trapezin üstünde bulunduğundan zat-ı ismetaneleri [saf ve temiz kişiliğiniz] için gayet güzel ve beğeneceğiniz gibi bir şansonet yazmış idim, o dahi trapezin üstünde idi. Par megard ötekini bunun yerine göndermiş olduğumdan zat-ı ismetanelerine darılmak için çok hak verdim. İşte şimdi o güzel poezi –ki çakeriniz [değersiz köleniz (olan ben)] tercüme ettimdi– takdime cesaret ederek kendimi bahtiyar sayarım. Mil pardon! Yine kusur çakerinizde ki, öyle bir maskaralığı trapezin üstüne koydum. Kulda kusur çok olur, affeder efendisi fehvasınca [sözü gereği] artık af dilerim.

Çamlıca'da teşrifinizi çok bekledim. O günden beri ne derecelerde mahzun olduğumu tarif edemem. Hem de ne kadar ağladım, bunun üzerinde zat-ı ismetanelerini temin edebilirim. "Bir siyeh-çerde civandır" Vasıf Efendi nam şairin imiş. Sanki bir şanson imiş. Bizim şairlerin işi böyle olur. Bu şansonun melodisini işittim beğenmedim. Beğenilecek şey değil ki.

Arizamın [Mektubumun] cevabını almak bahtiyarlığına bu çakerinizi nail etmenizi istirham ederim. Bu arizamı gözüm yaşıyla yazdım. Bu çaker [değersiz] senseriniz olduğum babında merhametinize iltica ederim. Hak-i pay-ı ismetanelerine [saf ve temiz kişiliğinizin ayağının toprağına] yüzüm gözüm sürmek için, Çamlıca'ya, Fenerbahçesi'ne, her nereye irade ederseniz emrinizi icraya [isterseniz emrinizi yerine getirmeye] hazırım. Tasdi'den [Sıkmaktan] korktuğumdan bu kadarca yazabildim. Ah küçük hanımefendi, hâlimi tarif edemem. Her şeyden evvel ettiğim betizden dolayı affınızı istirham edip sözü keserim. Ol bapta [O konuda] merhamet, yine siz bilirsiniz efendim.

Tekmil sizin çakeriniz."

[Bütünüyle sizin köleniz]

Bihruz Bey bu müsveddeyi bir güzel kâğıda temiz olarak nakletti. Secretaire des amantsdan tercüme etmiş olduğu mahut:

"Gül tesmiye ederim [adlandırırım]

O müennesi [kadını] ki benim aklımı bulandırır

Eğer kelime şeyi resmetmeye borçlu ise

O müennesin bu dilber ismi almaya hakkı vardır

Bir gül gibi."

şiir-i perişan-edasını da [üslubu dağınık şiiri de] diğer bir kâğıda güzelce yazdı. Öbürüne leffettikten [ekledikten] sonra mektubu kapadı, mühürledi. Yazıhanenin gözüne koydu. Beyin o günü de böylece geçmiş oldu.

Araba SevdasıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin