45. Bölüm

196 10 0
                                    

Bihruz Bey, sabahleyin yatağından çıktığı gibi geceliğiyle açık pencere önünde bir iki saat kadar mütefekkirane temaşa-yı tabiatla [düşünerek tabiatı seyretmekle] meşgul olmak, itinasızca, tekellüfsüzce [özensiz, sadece] giyinip haremden dışarıya çıktıktan sonra klas odasında bir müddet derse çalışmak, öğle taamını müteakip [yemeğinin ardından] biraz uzanıp istirahat etmek, saat ona doğru bastonunu eline ve Greziyella'yı koltuğunun altına alarak civar kırlarda akşamın saat yarımlarına, birlerine kadar maşiyen [yürüyerek] dolaşmak, köşke avdetinde [dönüşünde] akşam yemeğini sakince yiyip eğer Mösyö Piyer var ise bir iki saat ders müzakeresinden veya afakî musahabetten [havadan sudan sohbetten] sonra yatak odasına çekilip enzar-ı istiğrakını nasb ettiği sema-yı mükevkebe [dalgın bakışlarını yönelttiği yıldızlı gökyüzüne] karşı tenhaca düşünmek ve fakat bu meşguliyetlerin, bu düşüncelerin, bu gezintilerin hiçbirisinde maşuka-i fâniyenin hayal-i hazinini [ölen sevgilinin hüzünlü hayalini] gözünden uzak bulundurmamak suretlerinden ibaret olmak üzere yeni bir hayat âlemine girmiş idi.

Genç bey, yeni âlem-i hayatının temaşa-yı infilâk-ı seherinden mütelezziz ve mütehassis olup [hayat âleminin açılan sabahını seyretmekten lezzet alıp duygulanarak] türlü türlü renkler içindeki tulû' ve gurubunu [doğuş ve batışını] seyretmekten memnun oluyordu. Mesire-i tenhaîsindeki [Tenha gezinti yerindeki] sessiz ormancıların sükûn ve vahşeti [sessizliği ve yabanıllığı] mizacına pek muvafık [uygun] geliyor, rüzgârın ağaç yapraklarını ihtizaza getirmesinden peyda olan [titretmesinden meydana gelen] iniltiler ruh-ı müteellimine arzu-yı bükâ [üzüntülü ruhuna ağlama isteği] veriyordu. Mürtefi [Yüksek] tepelerden Marmara Denizi'ne ve o denizi sema ile birleştiren ufka nazar ettikçe [baktıkça] fikri ebediyet [sonsuzluk düşüncesi] kadar vasi [geniş] bir âlem-i diğere [diğer âleme] süzülüp gidiyordu. Kuşların cıvıltısı, suların çağıltısı sem'-i hasretine [hasretli kulağına] başka türlü aksediyor, bulutların seyr ü sükûnu [hareket etmesi ve durması], ahterlerin [yıldızların] yılpırdaması nazar-ı iştiyakına [arzulu bakışlarına] başka türlü çarpıyor, tabiatın her lem'asından [kıvılcımından], her cilvesinden [görüntüsünden] bir mana istinbat etmek [çıkarmak] istiyordu!

Bihruz Beyin hatırına artık ne sarı araba uğruyor, ne kır beygirler geliyordu. O yeni hayatından memnun idi. Düşündüğü şey yalnız maşuka-i fâniyenin mezarını öğrenmek, öğrendikten sonra da sık sık onu ziyaretle iraha-i vicdan, hiffet-i bar-ı hicran etmekten [vicdanını rahatlatmak, ayrılık yükünü hafifletmekten] ibaret idi.

Bihruz Bey bir akşam yalnızca klas odasında meşgul iken dadı kalfa bermutat [her zamanki gibi] başörtüsü başında olduğu hâlde beyin yanına gelerek valide hanımefendinin biraz görüşmek istediğini haber vermekle bey kalktı, doğru valide hanımın odasına girdi. Hanımın elini öptükten sonra bir sandalyeye oturdu. Ana oğul konuşmaya başladılar:

— Oğlum, Bihruz'um! Ne işle meşgul idin?

— Hiçbir işim yoktu, kendi kendime lektür yapıyordum.

— Lektür nedir?

— Okuyordum.

— Sana bir şey soracağım.

— Sorabilirsiniz.

— Arabanı ne yaptın?

— Hiç. Eskidi, biraz da borcum kalmıştı, borca karşılık verdim.

— Hayvanlar da beraber mi?

— Evet! Zati araba yüz elli lira etmez ki. Borcum o kadardı.

— Yağızlar duruyor değil mi?

— Evet duruyor.

— Onları ne yapacaksın?

— Bir müşteri bulursam satacağım.

Araba SevdasıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin