40. Bölüm

215 9 0
                                    

Bihruz Bey gözleri yorulup yüreği takatten kalıncaya kadar ağladı. Ezana karib [yakın] bir zamanda salondan çıktı. Bastonunu aldı. Bir haftadan beri kendisine en sevgili gezinti mahalli olan bağlar aralarından geçerek Bulgurlu üzerine doğru çıktı.

Akşam karanlığı ortalığa gereği gibi çökmüş, gökyüzünde ahterler [yıldızlar] parlamaya, yol üzerinde meskûn köşklerin, kulübelerin içinde iş'al olunan [yakılan] lambaların ziyaları [ışıkları] pencerelerden harice vurmaya başlamış idi. Bihruz Bey hâlâ teferrücünde [gezintisinde] devam ediyordu. Çünkü öyle bir yaz akşamının sükûn ve sükût içindeki garipliği bîçare sevda-zede-i hayalînin [hayalî aşk vurgununun] kalbindeki derin mahzuniyete ve zihnini ser-ta-ser [baştan başa]bürüyen kara kara hülyalara pek muvafık [uygun]geliyordu.

Darü's-safa-yı heves ve ümidini def'aten zir ü zeber, mamure-i ayş ü hayatını bağteten herc ü merc eden [Ümit ve heves evini ansızın yerle bir, yaşantısını birdenbire darmadağınık eden] kara haberi on üç gün evvel alarak birçok ıstıraplar, heyecanlar, telehhüfler, tahassürlerle [yanıp yakılmalar, özlemlerle] dehşet-i ma-vaka'a telif-i fikir eyleyerek [olup biten şeyin dehşetine düşüncesini alıştırarak] mehmaemken istimale-i nefse tahsil-i muvaffakiyet ettikten [mümkün olduğu kadar kendisini avutmayı başardıktan] sonra maşuka-i fâniyenin karargâh-ı ahirini tahkik [ölen sevgilinin son karargâhını (mezarını) araştırmak] noktasında toplanan bakiye-i amalini [son arzularını] takip ederken rast geldiği bir hayale aldanmakla o acı hakikati evvelki merareti [acılığı] derecesinde ve belki ondan eşed [daha şiddetli] bir meraretle [acılıkla] tekrar tatmak ve kendisince emel-i münferit [tek emel] olan tahkikin icrasına da o sebeple zafer-yab olamamak [ulaşamamak] Bihruz Beyin hatır ve fikrini yeniden perişan eylemiş idi.

Bu perişanî-i efkârın daire-i ittisaı [bu fikir perişanlığının çerçevesi] büyür büyür ve sonra yine küçüle küçüle bir nokta-i mevhume [görünmeyen bir nokta] derecesini bulurdu. Bu nokta ise maşuka-i fâniyenin –her neye mütevakkıf [bağlı] olursa olsun– mezarını öğrenmek maksadından ibaret idi.

Bihruz Bey gece iki sularında köşke girdi. Beyin gündüz gittiği yerden bir kira arabasıyla avdet etmesi [dönmesi], ezan vakti yalnızca çıkıp hilâf-ı âde [alışılmışın dışında] saat ikilere kadar kalması, kendi arabasının da nerede kalıp ne olduğunun bilinmemesi köşk halkınca merakı davet ettiğinden uşaklar aralarında fısıldaşmaya başlamış ve bunlardan bir şey anlamak için dadı kalfa başörtüsüyle dışarıya uğradığı gibi valide hanımefendi de ta mabeyn kapısına kadar gelmiş idi.

Beyin salimen köşke geldiği görülünce dadı kalfa içeriye girdi, valide hanımefendi de müsterih olarak odasına çekildi.

O akşam Mösyö Piyer'in gecesi olduğundan Mösyö ezandan sonra gelmiş, salonda gazetelerini mütalâaya dalmış idi. Bihruz Bey salona girince Mösyö Piyer okumakta olduğu gazeteyi bir tarafa bıraktı ve yerinden kıyam ile bir iki adım Bihruz Beye doğru geldi. Muallim ile şakird [Hoca ile öğrenci] yekdiğerine el vererek istifsar-ı hâl ve hatıra [hâl hatır sormaya] kalkıştılar:

— Bonsuar Bihruz Bey!

— Bonsuar şer profesör!

— Uzunca bir promenattan geliyorsunuz zannederim.

— Hayır! Şuralarda geziyordum.

— İnşallah artık bütün bütün iade-i afiyet ettiniz [sağlığınıza kavuştunuz] ya?

— Ah, aziz muallim! Daima rahatsızım, yüreğim rahatsız.

— Ne var rahatsız olacak? Sizin gibi genç, yakışıklı, zeki, zengin bir zatın kalben rahatsızlığını anlayamam.

— Sizden bir şey rica edeceğim.

— Emrediniz. Elden gelen bir şey ise icrasına hazırım.

— Bana bir poezi yazar mısınız?

— Nasıl bir poezi?

— Blond bir kız ki yirmi yaşında idi. Hastalandı, bir hafta içinde öldü. İşte buna dair bir poezi isterim ki okuyum da ağlayım.

— Ne diyorsunuz?.. Sizden birisini mi kaybettiniz? Akrabadan?..

— Hayır! Bizden değil!.. Akrabadan da değil.

— Bir dostunuzun kızı?

— Hayır!

— Öyle ise?

— Şey. Ah!

— Bir nişanlı?.. Bir maşuka?..

— Öyle bir şey.

— Hım. Malörözman ben şair değilim. Lâkin istediğiniz yolda şiirler zati var: De Lamartin'in Graziyella'sını okumadınız mı?

— Hayır! Kitabı siz getirdinizdi, ama okumadımdı. O şiir midir? Ben hikâye zannediyordum.

— Taamdan [Yemekten] sonra getiriniz de hikâyenin sonundaki şiiri okuyalım, ne kadar beğenirsiniz. Fakat ağlamamak şartıyla.

— Ha gerçek taamı da unuttuk.

Halbuki bu akşam taamı unutan yalnız Bihruz Bey idi. Mösyö Piyer araba ücreti yanına kalmak için Kadıköyü'nden köşke kadar maşiyen [yürüyerek] geldiği cihetle acıkmış olduğundan yemekten evvel kitap okumaya girişmek istemiyordu.

Sal a manjeye gidildi. Büfenin bir kenarına mevzu [konulmuş] supierin etrafından kıvrıla kıvrıla tavana doğru çıkmakta olan duman, kapıdan girer girmez nazar-ı iştihasına [iştahlı bakışına] çarpmakla Mösyö Piyer: "Oh! Kom sa san bon!" diyerek ve beşuşane [sevinçle] ellerini ovuşturarak hemen sofraya ikbal gösterdi [yöneldi]. Bihruz Bey de ona imtisal etti [uydu]. Karşı karşıya geçtiler oturdular. Taama başladılar.

Mösyö Piyer nefis zerzevat [sebze] çorbasını sekiz saatten beri gıdadan hâlî [boş] bulunan midesine yollarken her iki kaşıkta bir: "Kom se bon! Se teksalan. Se teksgi. Se süperb!.." diyordu. Çorbadan sonra bir dolu kadeh Bordo şarabını da nûş edince [içince] zavallı ihtiyar tıkanıverdi. Halbuki bu akşam yemekler pek müntehap [seçkin], pek nefis idi. Ezcümle Nemse [Macar] böreği, yerli kalkan balığı tavası, mayonezli tavuk söğüşü, piliç etiyle güveçte pişmiş taze bamya, bezelyeli kuzu külbastısı, kremalı çikolata geri çevrilir şeylerden değildi. Mösyö Piyer ister istemez bu yemeklerden tabağına alır, hepsinden birer parça yemeye mecbur olurdu. Fakat çorbadan sonra mösyönün dudakları çenesinden ziyade oynamaya başladı. O gün mütalâa ettiği gazetelerin mündericatından [içeriğinden] olmak üzere Fransa'nın tensikat-ı askeriyesine [askerî düzenlemelerine] dair harbiye nazırının [savunma bakanının] yeni projesinden uzun bir bahis tutturdu. Bilâ-fasıla [sürekli] söylüyordu.

Bihruz Bey artık bu akşam aziz mualliminin bu gevezeliklerini hiç de dinleyecek hâlde değil idi. Ne çare ki yine bir alabandaya uğramak korkusuyla profesör cenaplarına: "Parlon damur sil vu ple!" diyemiyordu. Mösyö Piyer lâkırdı ederken ara sıra urup beyin yüzüne baktıkça Bihruz Bey de mukteza [gereklilik] gözetmeyerek gelişi güzel bir yolda kâh: "Vui ve kâh: "No!" bazan: "Sert!" ve bazı vakit: "San dut. Se vre. Bien sür!" gibi sözlerle mukabelede [karşılıkta] bulunuyordu.

Hengâm-ı taam hitama erdi [Yemek zamanı bitti]. Meyve zamanı yetişti. Mösyö Piyer hâlâ takririnde berdevam idi [konuşmasını sürdürüyordu]. Bu hâl ile aziz muallim efendinin deserde bir yarım saat, üç çeyrek zaman daha geçireceğini Bihruz Bey anladığından mösyöye hitaben:

— Pardon mon şer profesör! Ben gideyim de Graziyella'yı arayım. Lütfen klas odasına teşrifinizde okuruz, diyerek ve mösyöden;

— Pek alâ olur, cevabını alarak sofradan kalktı. Kabine de travay'ına girdi. Kütüphanesinden Graziyella'yı çıkardı. Kitap elinde olarak klas odasına gitti. Hemen kitabı açtı, Mösyö Piyer'in bahsettiği poezi'yi aradı buldu. Gelinceye kadar kendi kendine biraz okuyup anlamak istedi.

Araba SevdasıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin