DOKUZUNCU SEANS

252 29 4
                                    

Son seansımızdan eve dönerken benzin almak için durduğumda, kasada beklerken rafların şekerlemelerle dolu olduğunu gördüm. Dağdayken asla bu tür şeyler yememe izin vermemişti. O kadar uzun süre bir şeyleri, aptalca, önemsiz, her gün bulabileceğim şeyleri özlemiştim ki. Ama aradan zaman geçtikçe, bunları özlemeyi de kestim, çünkü artık neden hoşlandığımı da hatırlayamıyordum.



Orada durmuş şekerlere bakarken, bunları sevdiğimi hatırladım ve çok öfkelendim. Kasiyer kız Bu kadar mı?" diye sorunca, "Hayır," diye yanıt verdiğimi fark ettim. Derken, ellerim raflardaki şekerleme paketlerini toparlamaya koyuldu: Ekşili, yumuşak, şaraplı, lastik yılan biçimli... Hepsinden aldım.


İnsanlar arkamdaki kuyrukta durmuş çılgın bir adamın Cadılar Bayramı'ymış gibi bunları alışını izliyordu, ama umurumda değildi.
Arabama binince, ufak paketleri açtım ve şekerleri ağzıma tıkmaya başladım. Ağlıyordum. Nedenini ne biliyordum, ne de umursuyordum. O kadar çok şeker yedim ki, eve gidince kustum. Dilim şeker emmekten yara olmuştu. Ama daha da çok yedim. Çok fazla yedim. Dahası, bunları birisi beni her an durdurabilirmiş gibi hızlı hızlı yedim.




Eskiden şekerlemeleri çok seven o çocuk gibi olmayı istiyordum, doktor. Çok seven o oğlan çocuğu gibi.
Mutfak masasına geçtim ve etrafımda şekerleme kağıtlarıyla ve boş paketlerle çevrili bir halde oturdum ancak ağlamamı durduramadım. Başım fazla şekerden ağrıyordu. Yine kusacaktım. Ama şekerlerin tadı hatırladığım gibi değil diye ağlıyordum.



Hiçbir şeyin tadı hatırladığım gibi değil. Kai bana asla neden Seul'e geri gittiğini veya sözüm ona beni seven kişileri gözetlediğini anlatmadı, ama geri geldikten sonraki gece çok keyifliydi. Hiçbir şey bir sapığı, bir erkeğe onu artık kimsenin iplemediğini söylemek kadar keyif veremez.


Akşam yemeğini hazırlarken bir ıslık tutturdu ve sanki yemek programındaymış gibi mutfakta dans etti. Ona dik dik baktığımda, gülümseyip eğildi.

***

Seul'e gidip beş gün sonra geri döndüyse, oradan çok uzakta veya çok kuzeyde olamazdım. Ama kamyoneti bir yere park edip uçağa bindiyse ayrı konuydu.
Yine de artık hiçbir şeyin önemi kalmamış gibiydi. Evimden beş veya beş yüz kilometre uzakta olsam da, o mesafe aşılmazdı.




O çok sevdiğim evimi, arkadaşlarımı ve ailemi, artık benden umudunu kesen arama ekiplerini düşününce, hissettiğim tek şey etrafımı kaplayan ve beni aşağıya çeken kocaman bir bezginlik battaniyesi oldu. Sadece uyu. Her şeyi uyuyarak unut. Sonsuza dek öyle hissedebilirdim, ama Kai geri döndükten iki hafta sonra, Şubat ayının ortalarına doğru, hamileliğimin beşinci ayında, bebeğin hareket ettiğini hissettim. Çok tuhaf bir histi. Sanki bir kelebek yutmuştum. O anda, bebek kötü bir şey olmaktan çıktı ve artık ona ait olmadığını hissettim. Bana aitti ve onu paylaşmak zorunda değildim.



O andan sonra, hamile olmak hoşuma gitmeye başladı. Aradan geçen haftalarla birlikte, kanım şişip yuvarlaklaştıkça, bedenimin bir hayat yaratmış olduğuna inanamadım. İçim artık ölmüş gibi değildi. Kendimi canlı hissediyordum.




Kai'ın bedenimle ilgili yeniden kazandığı hevesi de hamilelikle ilgili hislerimi değiştirmedi. Ellerini göğüslerimde ve karnımda gezdirirken, beni karşısında durmaya zorluyordu. Bu 'muayenelerden' biri sırasında, tavandaki budak gözlerini sayıyordum ki, "Çocukların zamane toplumundan uzakta dünyaya geleceği için ne kadar şanslı olduğunu bilmiyorsun, Sehun" dedi.



"İnsanların yaptığı tek şey yok etmek... Doğayı, aşkı ve aileleri savaşlarla, devletlerle ve açgözlülükle yok ediyorlar. Ama burada, çocuğumuzu yetiştirebileceğimiz saf ve güvenli bir dünya yarattım."



Obsesif//SekaiWhere stories live. Discover now