ON BEŞİNCİ SEANS

251 25 5
                                    

Geçen seansta, dağda geçirdiğim zamandan söz etmek istemeyişimi anlayışla karşıladığınız için teşekkürler. Çok zor bir hafta oldu. O yüzden, bugün de bunu yapıp yapamayacağımdan emin değilim... Gidişata göre karar veririz.



Hissettiğim acı, bir rüzgâr fırtınası gibi. Bazen, devrilmeden tam ortasında durabiliyorum. Öfkelendiğimde, içine daha da girip, beni yıkması için ona meydan okuyorum. Ama diğer zamanlarda, yere çömelip kollarımı etrafıma doluyorum ve sırtımı dövmesine izin veriyorum. Son zamanlarda, bu yere çömelme halindeyim. Tanrım, muhtemelen sizin de dinlenmeye ihtiyacınız var... Çok depresif konular, değil mi? Keşke size mutlu hikayeler anlatabilsem, zekice bir laf edip gülümsemenizi sağlayabilsem, Doktor Kyungsoo.






Buradan çıktığımda, anlattığım boktan şeyleri dinlemek zorunda kaldığınız için üzülüyorum. Kendimi bencil hissediyorum. Ama değişmek isteyeceğim kadar değil. Bu berbat olaylar beni bencil yaptı. Haklı yere bir hüzün hissediyorum. Size ilk geldiğimde, terapiye bir şans daha vermek için birkaç nedenim olduğunu söylemiştim ama size hiç kendi-başıma-gayet-iyi-idare-ediyorum baloncuğunu patlatan olayın ne olduğunu anlatmadım.





Bir markette oldu... Akşam geç saatlerde ve yalnızca kafama bir bere takarak alışverişe çıkıyorum. İnternetten alışveriş etmeyi de düşündüm ama Tanrı bilir siparişimi getirmesi için kimi yollarlar.





Evime girebilmek için kılık değiştiren gazetecilerden usandım. Her neyse, kadının biri alt raflardan birinden bir şey almak için eğilmişti. Bunun tuhaf bir yanı yok tabii, ama birkaç adım arkasında duran alışveriş arabasının içinde minik bir çocuk oturuyordu. Yanlarından geçip gitmeye, kız bebeğin minik beyaz dişlerine ve pembe yanaklarına bakmamaya çalıştım ama yanlarından geçerken, minik kollarından birini bana uzatıp salladı. Durdum. Mıknatısa çekilen bir metal gibi, ayaklarım beni ona doğru götürürken veya elimi uzatırken hiçbir şey yapamadım. Sadece bir saniyeliğine o minik ele dokunmak istedim. Kendime ihtiyaç duyduğum tek şeyin bu olduğunu, bir saniye elini tutacağımı söyledim. Ama bebek öne uzattığım parmağımı sıktı ve sıkarken kıkırdadı. Annesi bunu duyunca "Aferin sana, Samantha'cığım. Anneciğin hemen yanına gelecek," dedi.




İsmi Samantha'ydı. Bu isim zihnimde yankılandı; bebek maması olduğunu gördüğüm kavanozları almaya çalışan bu kadına benim de bir bebeğim olduğunu, hayatında görebileceği en güzel bebek olduğunu söylemek istedim. Ama bunu söylersem, bana bebeğimin kaç yaşında olduğunu sorardı ve ona bebeğimin öldüğünü söylemek istemiyordum. Kadının huzurla ve minnet hissiyle kendi kızına dönüp bakması, kendi çocuğunun ölmediğini bilerek mutlu olmasını, bir annenin sahip olduğu güven hissiyle bakışlarında kendi kızının başına asla kötü bir şey gelmeyeceğini görmek istemedim.





Parmağımı geri çekmeye çalıştığımda, Samantha parmağımı daha da sıktı ve dudaklarında minnacık bir tükürük baloncuğu belirdi. Burun deliklerime kokusu geldi: Bebek pudrası, bebek bezi ve belli belirsiz tatlı süt kokusu. Onu istiyordum. Ellerim onu oturduğu yerden kollarıma, hayatıma almak için kaşınıyordu. Boş koridorun iki tarafına kaçamak bakışlar fırlatıp, oradan kaç adımda kaçabileceğimi hesaplamaya koyuldum. Geç saatte, sadece bir kasiyerin çalıştığını biliyordum. Çok kolay.





Alışveriş arabasına biraz daha yaklaştım. Kalp atışlarımın kulaklarımda gümbürdediğini hissederken, bebeğin incecik sarı saç tellerinin marketin flüoresan ışıklarının altında parıldadığını gördüm ve serbest elimle ipeğimsi saçlarını okşamak için uzandım. Benim bebeğimin saçları koyu renkti. Bu, benim bebeğim değildi. Bebeğim ölmüştü.





Obsesif//SekaiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin