on dört; "kırık, yamalı bir kalem"

784 127 98
                                    


Biz hiçbir zaman evrenin en sevdiği çocukları olmamıştık. Daha doğduğumuz anda kaderi kırık bir kalemle yazılanlardandık biz. Ya da yazıldıktan sonra üstü çizilen ve bu yüzden bir türlü o çizginin yükünden kurtulamayıp belini doğrultamayanlardandık. Başıboş çocuklardık biz. Ne ailesi tarafından kabul edilmiş ne de ailemizin olmayışı bizim suçumuzmuş gibi topluma ait kılınmıştık.

Yine de bir şekilde büyümüştük. Aslına bakarsak güzel de büyüdüğümüzü düşünmüştüm. Aile sevgisi görmemiş onlarca sokak çocuğuna rağmen ne serseri olup çıkmıştık ne de hayata karşı umudumuzu yitirmiştik. Birbirimize sahip çıkıp aile kavramını birbirimize ait kılmanın sonucunda gerçekten de güzel büyümüştük sanırım.

Yani en azından benim dışımda güzel büyümüşlerdi. Ben her zamanki gibi ailenin huzurunu bozmuştum. Hem de bu sefer öyle büyük bozmuştum ki ortada bir aile bırakmamıştım sanırım. Üstelik ne bunun pişmanlığını yaşayabiliyordum şu anda ne de kendi halime üzülebiliyordum. Gözümün önüne birkaç saat öncesi geliyor ve yalnızca on yedi yılımın anılarını hatırlıyordum öylece. Bir de bileklerime bakıyor ve kelepçelerin bıraktığı kızarıklıkları izleyebiliyordum.

Yaptığım hiçbir şeyin pişmanlığını çektiğim yoktu, tek pişmanlığım onların gözlerinde gördüğüm korku ve hayal kırıklığıydı yalnızca. Yurdun kapısına o polis arabasının içinde, bileklerimdeki demir parçasıyla birlikte gittiğimde bahçede toplanmış çocukların arasında onları görmenin verdiği utancın pişmanlığı vardı bir de.

Ve Jisung vardı tabii ki. Onunla göz göze geldiğimde bakışlarındaki korkuyu, merakı ve hayal kırıklığını ömrümün sonuna kadar unutabileceğimi sanmıyordum. Polislerin yurt müdürüyle görüşmesi için orada beklediğimiz süre boyunca Jisung'un ve diğerlerinin neler olduğunu öğrenme ve yanıma gelme çabasını unutamıyordum. Başımı kaldırıp da onlara bakmaya yüzümün olmaması gerekirken gözümü kırpmadan onları izlemiştim. Çünkü ben de neler olduğunun henüz farkına varamamış ve korkmuştum.

Sonrası da hafızamda çok hızlı anılardan ibaretti zaten. Müdürün apar topar dışarı çıkması, polislerin arabaya geri binmesi, çocukların neler olduğunu sorgulayıp ağlaması ve peşimizden gelebilmek için müdüre yalvarması ve sonrasında da tek başıma karakola götürülmem çok kısa sürmüştü sanki. Şimdi bile hafızamın unutmaya çalıştığı bir anıdan ibaretmiş gibi tozlu rafların arkalarına itilmişti bile yalnızca birkaç saat öncesi olmasına rağmen.

Tüm bunlar bir kabusmuş gibi geliyordu fakat sırtımı yasladığım soğuk duvar ve karşımdaki demir parmaklıklar hepsinin gerçekliğini yüzüme bir tokat gibi vuruyor ve gözlerimin açık veya kapalı olmasında bir fark yaratmıyordu. Zira kapatınca zaten anılar doluşuyordu gözümün önüne, açınca da nezarethanenin nemli ve soğuk varlığı.

"Pişt, küçük."

Yandaki hücreden gelen ses ile irkilerek oraya döndüm. Ben geldiğimde tahta oturacakta uzanıp uyuklayan adam uyanmıştı. Bir cevap vermedim ama ona döndüğümde konuşmaya devam etti.

"Ne işin var senin burada?" derken oturacağın benim tarafıma doğru kaymıştı. "Kapkaççılık yaparken mi enselendin?" deyip güldü.

Bu senaryonun gerçekleşeceğini düşünmüştüm. Adamın söylediği gibi bir gün kapkaççılık yaparken yakalanmanın korkusunu yaşıyordum aylardır ve şimdi ise bu duruma keşke diyor olmak yüzüme yediğim tokatlara yenisini ekliyordu.

Yine sesli bir cevap yerine başımı iki yana salladım. Adamın neden merak ettiğine anlam veremezken o ise gerçekten ilgileniyormuş gibi şaşırmıştı cevabıma karşı. "Adam yaralama mı lan yoksa?" dedi anlamsız bir hayretle. "Hiç de öyle bir tipin yok."

for youth [minsung]Where stories live. Discover now